11 Aralık 2010

20-Önce kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım

 


Önce kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım

Büyümelerinden korkarak gözlerimim kapatmıştım.Kapatmazsam eğer kelepçe ürpertisi gibi ışıldamaya başlayacaklardı. Gözlerimi açtığımda seni dizlerimin dibinde, karmakarışık bir bilmece gibi kendi güzelliğinin içinde yüzerken bulacaktım. Hayatıma güzelliğini serpeli bende dalıp gitmeler, sana akarcasına gülümsemeler, astarı yırtık kahkahalar, kirpik düşürüp kaş kaldırmalar başlamıştı. Hücrelerimin sarhoşluğunda istesem eğer zamanın dışına çıkabilecektim.

Ben iki yanı bahanelerle dolu çıkmaz bir sokakta yürüyordum. Yol bizimdi ama bahaneler sadece senindi. Ya bir gören olursa, ya bir duyan olursa diye kafanda ekip biçtiğin milyonlarca kuşku vardı. Her soluk başında bir kavşakta dikiliyordun. Bir bana yakın oluyordun bir ona. “Çıkmaz sokaklarda seninim,  yol bitince gitmem gerekiyor” diyordun. Birden sevdiği neye dokunsa insanileştiren, gövdenden iki salkım gibi sarkan birbirlerinden uzak, yorgun kollarının uçlarına birer meyve gibi aşılı yumuk ellerimi fark ettim. Buruşuktular, hatta ilk gördüğüm güne göre sapsarıydılar. İki ısırık atsam bir damla kan akmayacak gibi duruyorlardı. Bana da dokunsa diyordum. Parmak uçlarından başlayarak yavaş yavaş kendime doğru ilerliyor dirseklerine yaklaşınca yorulup yeniden parmak uçlarına dönüyordum. Dirseklerinden parmak uçlarına doğru sürüklenirken beni istediğinden emin olmak için bir kez daha yüzümü yerlerden kaldırıp korkuyla yüzüne baktım. Derken bir şeyler söylemek geçti içimden. Dudaklarımı gerip kulaklarına “ Düşlerin günahı var mıdır? Dokundukça tenimiz yeşilleniyor. Bu bağa izinsiz girdiysem, bedel olarak her dokunuşta derin bir soluk bırakabilirim. Nasılsa kollarında henüz ölmemiş bir ölü gibiyim.” diyecektim ama
yüz çizgilerimi allak bullak eden bu acayip hevesimi kaçıran dudaklarıma bir ok gibi saplanan bakışların oldu. Sen gülen bakışlarınla beni davet ediyordun.. Sözcüklerimi dudaklarıma sürmüştüm ama dudaklarım kekeme bir tabanca kesilmişlerdi. Yürüdüğümüz yolda hafif bir rüzgar sırtımızdan itince adımlarımızı yolun akışına bıraktık. Bal peteği gibi sarkan dudakların havayı ıslak ıslak yumuşatıyordu.

Çıkmaz sokağın sonuna varmak üzereydik. Kalan birkaç kaldırım taşının uzunlukları bitmesin istiyordum. “Yol bitince gitmem gerekiyor” diyerek yolunu kesen gözlerime ve iğde kokularına rağmen istemediği hedefe fırlatılan ok gibi yanımdan ayrıldın. Ben soğuk kaldırım taşlarına çömelip hayaller kurmaya başladım. Yolun başından dönüp geriye geldiğini hayal ettim. Gülümseyerek geliyordun. Yanıma vardın elini uzatıp ellerimden tutarak kaldırdın. Bir hamle ile belini kavrayarak kendime doğru çekmiştim ki gelenin sen olmadığını fark ettim.  Oysa sen gelirken ayak seslerini kollamıştım bu sesler sana aitti. Sen diye sarıldığım bel başkasına aitti. Başımı döndüren kokun, o tende eksik olmasa öpmekten geri durmayacaktım. Bir başka düşte senin yüzüne nasıl bakardım. Derken telefonum çaldı. O arıyordu. Telefonu titrek ve düşte bile olsa senden ihanete yakın bir sorti ile uzaklaşma ihtimali olan ellerimle açmıştım. Baskına uğramış bir suçlunun sesinden farksız olan sesimle “efendim” dediysem de birgün önce kararlı ve keskin olarak bıraktığı bu sesi, kırık ve parçalanmış olarak bulmandan tanımamış olmalı ki “Kim siniz?  diye sordu. Ona en alışılmış ama en belirsiz yanıtı verdim; benim!

Düşsel bir seyahatteki sessizliğin içinde küçüle küçüle bir buğday tanesi kadar kalmıştım. Kıpkırmızı kesilen yanaklarımı ellerimle kapadım. O’na ihanet edip etmediğimi anlamak için düşlerime önce kendi suretinde geliyor dudaklarıma yaklaştığı an ihanet edip etmeyeceğimi anlamak için suret değiştiriyordu. Elleri, ayakları, bakışları, duyguları sen o bile kokundan bir dirhem eksik olan taslakları beni O’na ihanet ettiremediler. (düşsel bile olsa). O’na birbirlerini onaylayan minik yalanlar bile söylemedim. O’nun yanında olmayı çok istiyordum. Yanında ki ağlamayı uzakta ki gülmeye yeğlerim. Sesimi işitecek kulaklar, ellerimi ısıtacak eller, dudaklarımı öpecek dudaklar bir düşten daha güvenle uyanmış olmalıydılar. Saatime baktım mesainin başlamasına az kalmıştı. Hergün aynı saatte gelmesini dört gözle beklediğim çağrı yine geldi. Karşı bir çağrı ile misillemede bulundum.

Ah! O’na duraksamayan, şaşırmayan ve sevinen gözlerle bakıp sesinin yankısıyla raksetmeyi ne kadar çok istiyorum. Biliyorum birgün buluştuğumuzda önce gizli, sonra ürkek, ardından da hınzır bir gülücüğün arkasından beni öpücüklere boğacak.
O gün geldiğinde alnımızda kimliksiz sıkıntılarımız olmayacak. Eski yüzlerimizi eskidikleri için geçmişte bırakıp belleğimizi geleceğe doğru süreceğiz. Gözlerimizden çok kanatlı hüzünlerin ayak izleri bile silinecek. Sesini bakışlarını daracık bir odada toplayıp, bu sevdaya dağların ömrü kadar bir ömür bağışlayıp, ansızın büyüyüveren ellerini tenime hapsedeceğim…

Ama önce iyice emin olmadan beline sarılıp, dudaklarına yaklaşarak öpmeye yeltenen kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım…



Bekir K. Ahıskalı
Ekim 2007
Kekeme Kaval-20 (Önce kendimi, bir tenhada kıstırmalıyım)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder