Seher Yolcusu
Sevdan olmasaydı kim bilirdi ki kimim ben... Bekir Kale Ahıskalı
30 Nisan 2011
23 Mart 2011
Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
“Müstebidler anlamıyor şairleri, o zaman ki anlar hemen ferman verir ölümüne” böyle diyordu Andrey Andreyeviç Voznesenski Komünist rejime muhalif ve Amerikan Beat kuşağı şiirleriyle.
Mehtap Akkoyun şiiri somutluktan ileri ve biteki alemi aşan yanıyla karşımızda. Bir söyleşimde “şair uçlarda gezinmeli” demiştim. Mehtap Akkoyun’u o uçlarda seyrediyoruz. Şair öylesine uçsuz bucaksız hayal gücüne sahip olmalı ki başkalarının hayalleriyle gezindiği noktalara o kalemiyle ayak basabilmelidir. Şiiri doyumsuz, şairi okunur yapacak olan. Kendisini tanıyalı fazla olmadı ama şiirlerini okumak kendisiyle alakalı bilgi edinmemi sağladı. Şiirlerini okuduğumda farklı yerlerde ama çoksa Mehtap Akkoyun benlikleriyle karşılaştım. Hepsi bakış, duruş ve söylev olarak şairi anlatıyorlardı. Bu noktadan hareketle “Tanrı senden daha köle” isimli şiirini irdelerken farklı bölümlerde, aynı benlikle takılınılan aynı tavrı farklı tonlarda yakaladım. Böylelikle şairin dünya görüşü, meseleler karşısında ki mukavemeti yeri geldiğinde teslimiyetçi ama çoğu zaman da iç alem merkezli isyanlarına şahit oldum.
Şiir “Tanrı senden daha köle” başlığı itibariyle alışkın olmadığımız bir ifade biçimi olsa da hemen ilk dizede ki tezat anlatım şekliyle biraz daha anlaşılır duruyor. Okuyucuya daha ilk dizde parçalarını tamamlaması gereken bir bulmaca hissi veriyor ki bu şairin yeteneğiyle alakalı bir durumdur. Burada leke kavramına değinmek lazım. Leke belleklerimizde siyah veya kirli gibi yer edinmiş olsa da onun, ekseriyete oranla az olan, zemine zıt bir azlık tanımlamasına girdiğini biliyoruz. Simsiyah bir sayfada küçük beyaz bir noktanın da leke tanımlamasına girmesi gibi.
“Tanrı senden daha köle” şiiri serbest vezin şiirler için bir numune-i imtisal.
Birbirinden bağımsız gibi duran ama temelde başlığından tutun ta son noktasına kadar bağlantılı dizelerden oluşuyor.
kar gibi bir leke duruyor avuçlarında zamanın
sen kölesin Spartaküs
tanrı senden daha köle
görmek ve örmek gerek çileyi
destûrsuz çölün dilinde
Şair ilk bölümde Spartaküs ile karşılıklı söyleşirken onu kendisi yapan ve bilinmesine sebep olan köleliği makamında tutup Tanrı için "senden daha köle" ifadesini seçiyor. Buradan Spartaküs ün yüceltiği mânâsı çıkartılabilirse de aşağıdaki dizeler bizim inanç ve bellek sistemimize yer edinen ve beyinlerimizdeki yansımazı çöl çileye eşdeğerdir tanımlamasıyla şairin o uçsuz bucaksız ufkunu bir nebze yakalayabiliyoruz. Spartaküs batılı efendilerine isyan etmişti. Önce askerdi, sonra haydut daha sonra köle ve bir başkaldırıyla yeniden birilerine hükmeden yanıyla kölelik kisvesi altında bir ulaşılmazlık yan sahibi. Şair Spartaküs'ün bu yanını irdeleyerek "Tanrı senden daha köle" diyerek nefsimizi kasdetmiş olabilir.
tanrınız inmedi henüz düzlüğe
duyulmaz sesleri nicedir kahır
bağrımda uslanmayan amansız yaradır
sen bu yarayı al beşiklere yatır
sonra bir türkü dök-hayata yağdır
yağsın toz duman hasret hevesiyle
sözlerine umut da olsa bir zerre
Şairin ikinci dizede işlediği duygular birinci dizedeki o başkaldırı ve bilgeliğin aksine başka bir mahvele yönelerek kendi iç sesleri, mırıltıları diyebileceğimiz hale bürünüyor. Şair birinci bölümdeki Spartaküs’ün içinde aramak istediği nefsi ilahlaştıran, onu öyle kabul eden düşünceyi yerle bir eden tavrından sonra tasavvufi bir gergeften geçirme işlemini kendi benliğine yapıyor gibi… Çekilen kahırların iç vaveylalardan ibaretliğini, “duyulmaz sesleri nicedir kahır” dizesiyle anlatırken, ona yol de göstermektedir. Bunu yaparken bir halk ozanı kadar, kanaat önderi tavır sezinledim.
armağandır kul'u terk ederken duâ gecede
boynumda yüz ve yıldan kalma bir yusufcuk
sen hiç görmedin yakut ışıklar büyütürken
ve sürerken tarihime bir parça hatıra-senden
sesinden nefesinden gül kokar ateş-ten
Üçüncü bölüm diyebileceğimiz bu bölümde kaleminin en olgun ve en terbiye edilmiş haline rastlıyoruz. Bu dizelerde şairin belagat gücü had safhada. Öyle ki bu dizelerin altına hangi usta şairin adınız yazarsanız yazın birçok eleştirmen en fazla şunu diyebilecektir “ben adı yazılı şairin bu dizelerin ilk defa okuyorum”. Burada anlatmak istediğim şairin kelimeleri terbiyesidir. Meral Akkoyun’u geleceğe taşıyacak olan da budur.
yemin verdim yüzünü sürmediğin secdeye
yaşlı sırlarımı ve gözlerimi alıp giderken
adım hep kana akar-kanla yazılır vakit derken
orta bir doğu ve doğum sancısı erken
tahtsız peygamberler gerilirken yakılırken
bir de ayet sancısı tutarken dillerin kasıklarını
tanrı-aşk-insan mı
dökülen döllerin sebebi
ve belki makus talihi
yener insan köleliğini
ölünce ve öldürünce âlemi
bitti a'raf'ın sabrı da taçsız kral gerilirken o ağaca
oysa sûreleri sürmüş biri dudaklarına-su veriyor kar'a
kum yergisi bir tepe öperken kanı engel oluyor adı
babasıymış ya terk etmiş zamansız çocuk ağıdı
burç üstüne rahmet dökecekmiş köle tanrınız-dedi
ölmedi ki Muhammed doğmadı-henüz çok çok yeni
şimdi girin cennete-cehenneme düşünüzde
kar da yağdırıyorum artık yağmursuz elinize
ilâh mı demiştiniz taparken ben'inize?
o benim işte...
Şiirin son bölümünü teşkil eden ve başlığıyla müsemma olabilecek son bölüm şairin tasavvufi bakış ve derinliğini ele veriyor. Yazımın başında zikrettiğim başlık itibariyle akaidimize ters gelen bir tarafı var gibi geliyor dediğim kısmın doyurucu finalini görüyoruz. Mansur’u ipe götüren düşüncenin en ham hali olurdu şiirin başlığını okuyup akaidimizde böyle demek küfre alamettir deyip şairi yargılamak. “ölünce ve öldürünce âlemi” ifadesi yine “ölmeden önce ölünüz” diye ifadesini bulan nefsi terbiye etmeye davet eden çağrının bir başka ifade biçimi.
Şairle aynı inanç ve düşünceyi paylaştığımız kanaatindeyim. Nefisleri (benlik) ilahlaştıran, maneviyattan yoksun ve kendi tapınaklarını kendi içlerinde var eden çağımız insanı kendi ilahına bile ihanet ederek maneviyatsız bir nesli adeta temelsiz bir bina gibi var etmeye çalışıyorlar. İşte bu noktada cahiliye devrinin “undan ilah yapar, acıkınca kırar yutar” mantığının çağımıza uyarlanmış halidir bu.
Bu şiiri irdelerken şairin deruni haline de temas etmeye çalıştım. Şiirin edebi yönünde bir eksiklik olmamakla birlikte bundan daha iyisi yazılacaksa bunu zaman içerisinde yine şairin kendisi yapacaktır diyorum. Şiirde hiç mi hata yok denilebilir. Benim ilk etapta gözüme çarpan şey “Spartaküs, Muhammed, Araf gibi isimlerin büyük harflerle başlamamış olmasıydı.
Mehtap Akkoyun gibi bir şairin önce şiirlerini okumak, sonra bu şiirleri irdeleyerek eleştiri/yorum serisine katmaktan haz ettim. Okudum…Okuyacağım dilim döndükçe de genç nesile işaret edeceğim.
Bekir K. Ahıskalı
Mayıs 3, 2009
Şiir Tahlilleri- 45 Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
“Müstebidler anlamıyor şairleri, o zaman ki anlar hemen ferman verir ölümüne” böyle diyordu Andrey Andreyeviç Voznesenski Komünist rejime muhalif ve Amerikan Beat kuşağı şiirleriyle.
Mehtap Akkoyun şiiri somutluktan ileri ve biteki alemi aşan yanıyla karşımızda. Bir söyleşimde “şair uçlarda gezinmeli” demiştim. Mehtap Akkoyun’u o uçlarda seyrediyoruz. Şair öylesine uçsuz bucaksız hayal gücüne sahip olmalı ki başkalarının hayalleriyle gezindiği noktalara o kalemiyle ayak basabilmelidir. Şiiri doyumsuz, şairi okunur yapacak olan. Kendisini tanıyalı fazla olmadı ama şiirlerini okumak kendisiyle alakalı bilgi edinmemi sağladı. Şiirlerini okuduğumda farklı yerlerde ama çoksa Mehtap Akkoyun benlikleriyle karşılaştım. Hepsi bakış, duruş ve söylev olarak şairi anlatıyorlardı. Bu noktadan hareketle “Tanrı senden daha köle” isimli şiirini irdelerken farklı bölümlerde, aynı benlikle takılınılan aynı tavrı farklı tonlarda yakaladım. Böylelikle şairin dünya görüşü, meseleler karşısında ki mukavemeti yeri geldiğinde teslimiyetçi ama çoğu zaman da iç alem merkezli isyanlarına şahit oldum.
Şiir “Tanrı senden daha köle” başlığı itibariyle alışkın olmadığımız bir ifade biçimi olsa da hemen ilk dizede ki tezat anlatım şekliyle biraz daha anlaşılır duruyor. Okuyucuya daha ilk dizde parçalarını tamamlaması gereken bir bulmaca hissi veriyor ki bu şairin yeteneğiyle alakalı bir durumdur. Burada leke kavramına değinmek lazım. Leke belleklerimizde siyah veya kirli gibi yer edinmiş olsa da onun, ekseriyete oranla az olan, zemine zıt bir azlık tanımlamasına girdiğini biliyoruz. Simsiyah bir sayfada küçük beyaz bir noktanın da leke tanımlamasına girmesi gibi.
“Tanrı senden daha köle” şiiri serbest vezin şiirler için bir numune-i imtisal.
Birbirinden bağımsız gibi duran ama temelde başlığından tutun ta son noktasına kadar bağlantılı dizelerden oluşuyor.
kar gibi bir leke duruyor avuçlarında zamanın
sen kölesin Spartaküs
tanrı senden daha köle
görmek ve örmek gerek çileyi
destûrsuz çölün dilinde
Şair ilk bölümde Spartaküs ile karşılıklı söyleşirken onu kendisi yapan ve bilinmesine sebep olan köleliği makamında tutup Tanrı için "senden daha köle" ifadesini seçiyor. Buradan Spartaküs ün yüceltiği mânâsı çıkartılabilirse de aşağıdaki dizeler bizim inanç ve bellek sistemimize yer edinen ve beyinlerimizdeki yansımazı çöl çileye eşdeğerdir tanımlamasıyla şairin o uçsuz bucaksız ufkunu bir nebze yakalayabiliyoruz. Spartaküs batılı efendilerine isyan etmişti. Önce askerdi, sonra haydut daha sonra köle ve bir başkaldırıyla yeniden birilerine hükmeden yanıyla kölelik kisvesi altında bir ulaşılmazlık yan sahibi. Şair Spartaküs'ün bu yanını irdeleyerek "Tanrı senden daha köle" diyerek nefsimizi kasdetmiş olabilir.
tanrınız inmedi henüz düzlüğe
duyulmaz sesleri nicedir kahır
bağrımda uslanmayan amansız yaradır
sen bu yarayı al beşiklere yatır
sonra bir türkü dök-hayata yağdır
yağsın toz duman hasret hevesiyle
sözlerine umut da olsa bir zerre
Şairin ikinci dizede işlediği duygular birinci dizedeki o başkaldırı ve bilgeliğin aksine başka bir mahvele yönelerek kendi iç sesleri, mırıltıları diyebileceğimiz hale bürünüyor. Şair birinci bölümdeki Spartaküs’ün içinde aramak istediği nefsi ilahlaştıran, onu öyle kabul eden düşünceyi yerle bir eden tavrından sonra tasavvufi bir gergeften geçirme işlemini kendi benliğine yapıyor gibi… Çekilen kahırların iç vaveylalardan ibaretliğini, “duyulmaz sesleri nicedir kahır” dizesiyle anlatırken, ona yol de göstermektedir. Bunu yaparken bir halk ozanı kadar, kanaat önderi tavır sezinledim.
armağandır kul'u terk ederken duâ gecede
boynumda yüz ve yıldan kalma bir yusufcuk
sen hiç görmedin yakut ışıklar büyütürken
ve sürerken tarihime bir parça hatıra-senden
sesinden nefesinden gül kokar ateş-ten
Üçüncü bölüm diyebileceğimiz bu bölümde kaleminin en olgun ve en terbiye edilmiş haline rastlıyoruz. Bu dizelerde şairin belagat gücü had safhada. Öyle ki bu dizelerin altına hangi usta şairin adınız yazarsanız yazın birçok eleştirmen en fazla şunu diyebilecektir “ben adı yazılı şairin bu dizelerin ilk defa okuyorum”. Burada anlatmak istediğim şairin kelimeleri terbiyesidir. Meral Akkoyun’u geleceğe taşıyacak olan da budur.
yemin verdim yüzünü sürmediğin secdeye
yaşlı sırlarımı ve gözlerimi alıp giderken
adım hep kana akar-kanla yazılır vakit derken
orta bir doğu ve doğum sancısı erken
tahtsız peygamberler gerilirken yakılırken
bir de ayet sancısı tutarken dillerin kasıklarını
tanrı-aşk-insan mı
dökülen döllerin sebebi
ve belki makus talihi
yener insan köleliğini
ölünce ve öldürünce âlemi
bitti a'raf'ın sabrı da taçsız kral gerilirken o ağaca
oysa sûreleri sürmüş biri dudaklarına-su veriyor kar'a
kum yergisi bir tepe öperken kanı engel oluyor adı
babasıymış ya terk etmiş zamansız çocuk ağıdı
burç üstüne rahmet dökecekmiş köle tanrınız-dedi
ölmedi ki Muhammed doğmadı-henüz çok çok yeni
şimdi girin cennete-cehenneme düşünüzde
kar da yağdırıyorum artık yağmursuz elinize
ilâh mı demiştiniz taparken ben'inize?
o benim işte...
Şiirin son bölümünü teşkil eden ve başlığıyla müsemma olabilecek son bölüm şairin tasavvufi bakış ve derinliğini ele veriyor. Yazımın başında zikrettiğim başlık itibariyle akaidimize ters gelen bir tarafı var gibi geliyor dediğim kısmın doyurucu finalini görüyoruz. Mansur’u ipe götüren düşüncenin en ham hali olurdu şiirin başlığını okuyup akaidimizde böyle demek küfre alamettir deyip şairi yargılamak. “ölünce ve öldürünce âlemi” ifadesi yine “ölmeden önce ölünüz” diye ifadesini bulan nefsi terbiye etmeye davet eden çağrının bir başka ifade biçimi.
Şairle aynı inanç ve düşünceyi paylaştığımız kanaatindeyim. Nefisleri (benlik) ilahlaştıran, maneviyattan yoksun ve kendi tapınaklarını kendi içlerinde var eden çağımız insanı kendi ilahına bile ihanet ederek maneviyatsız bir nesli adeta temelsiz bir bina gibi var etmeye çalışıyorlar. İşte bu noktada cahiliye devrinin “undan ilah yapar, acıkınca kırar yutar” mantığının çağımıza uyarlanmış halidir bu.
Bu şiiri irdelerken şairin deruni haline de temas etmeye çalıştım. Şiirin edebi yönünde bir eksiklik olmamakla birlikte bundan daha iyisi yazılacaksa bunu zaman içerisinde yine şairin kendisi yapacaktır diyorum. Şiirde hiç mi hata yok denilebilir. Benim ilk etapta gözüme çarpan şey “Spartaküs, Muhammed, Araf gibi isimlerin büyük harflerle başlamamış olmasıydı.
Mehtap Akkoyun gibi bir şairin önce şiirlerini okumak, sonra bu şiirleri irdeleyerek eleştiri/yorum serisine katmaktan haz ettim. Okudum…Okuyacağım dilim döndükçe de genç nesile işaret edeceğim.
Bekir K. Ahıskalı
Mayıs 3, 2009
Şiir Tahlilleri- 45 Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
Şiir; Bir Başkaldırış mıdır?
Şiir; Bir Başkaldırış mıdır?
Şiir üzerine her konuşma, her tartışma Octavia Paz’ında dediği gibi
-Kaç kişi şiir kitabı okur ve bunlar kimlerdir? sorusuyla başlamalıdır.
Şiir okuyucucu Juan Roman Jimenez’in bir kitabında adadığı cümle gibi “ucu bucağı olmayan bir azınlığa” eş değer olabilir.
Yahut Stendhal’in “mutlu azınlığına indirger ki ucu bucağı olmayan sözcüğü onu çoğaltır. Ucu bucağı olmayan şeyin saylamayacağını düşünürsek sayılamayan şey az değildir sonucuna ulaşmak zorunda kalacağızdır.
Zaman ve zeminde hayat bulan kahramanlar yine zaman ve zemine göre soluklaşırlarken veya silinirlerken şiir, resim, heykel nesiller arası aktarımlarla günümüze taşınırlar. Tarihin ilk dönemlerinde de insanlar oyma şeklinde resimler yapar, işaret dilleriyle yazılar yazarlardı.
Bu nesiller arasında ki aktarımıyla günümüze değin gelmiştir. Günümüzde insanların Neolitik köylerini terk ederek toplu yaşam alanlarını tercih etmelerinin bir neticesi olarak toplumda tabakalaşma meydana gelmiştir. İnsanlar özgün işbirliği bölümlerine ayrılarak; işverenler, işçiler, gündelikçiler, din adamları, askerler, memurlar gibi tabakalaşmaya gitmek zorunda kalmakla beraber çeşitli azınlıkların bir arada var olmaları aralarındaki iletişimi dışlamaz- tam tersine- içine alır. Değişik tabakalar arasındaki ilişki ağı kavranılamaz ama bir şeyi vücuda getiri ki buda İnsan Kültürüdür
Buradan şu sonuca varmak kaçınılmazdır “Her bir kültürün üzerinde ve altında toplumun tüm üyelerinde ortak olan düşünceler, inançlar ve gelenekler vardır. Bu Toplumun düşünsel, duygusal ve yaşamsal temelidir. Arıca şiirinde dayanak noktasıdır.”
Kısaca insanlar sanat eserlerinde kendilerini tanırlar. Çünkü sanat eserleri onlara saklı bir bütünlüğün imgelerini sunar.
Eski ve yeni arasındaki geleneksel uyuşmazlığa ek olarak tarihsel ve tinsel bir doğası olan daha derin bir karşıtlık vardır.
Şiir vücuda getirilirken( bilinçli veya bilinçsiz) iki yol izlenmektedir.
Birincisi, moderniteye karşı bir başkaldırı olan şiir
İkincisi, modernitenin meydana getiricisi ve aynı zamanda tamamlayıcısı olanların vücuda getirdiği şiir
Romantizmden bu yana meydana gelen bu karşıtlık yeni kesintilerle perde aralarına dönüşebiliyordu. Romantizmle beraber şairler modernitenin asi çocukları olmuşlardır; onu yaraladıkça yükselmişlerdir.
Şiir ölümsüzlüğü değil yeniden dirilmeyi arzular.
Bazen beğeni, düşünce yada toplumsal inanç konularındaki değişim; yaşamı boyunca kutladığı bir şairi, arafa mahkum edebilir. Neruda, Aragon, Eluard, vs. şimdilerde siyasal günahlarının cezasını çekiyorlar. Burada özellikle ?günahları? diyorum çünkü Staliniz bana göre salt bir yanılgı değildi aynı zamanda ahlaki bir yanlıştı. Nazım Hikmet’te bir dönem siyasal günahının cezasını çekmiş ama ülkemizdeki tarihsel ve inanç konularında ki değişim
İlgi görmesini sağlamıştır.
Bunun tersi bir durumda söz konusu olabilir. Yaşamı boyunca ilgi ve alakadan yoksun kalan şair, gelecek dönemlerde fark edilerek yada savunduğu düşüncenin doğruluğunun kabul edilmesi yahut bir şekilde güçlenmesi neticesinde kutlanabilecektir. Nesimi’ yi düşünecek olursak buna verilebilecek bir örnektir. Yahut Farisi şair Hayyam burada örnek teşkil edebilir.
Bu iki durumun dışında birde yaşadıkları toplumlardan çok önde şiirler yazan ve anlaşılmaları ve sanattaki ustalıklarının kabul edilmesi zaman tünelinden süzülmedikçe anlaşılmayacak şairler vardır ki bunların ne siyasal günahları, ne tevekkülcülükleri, ne de kötümserlikleri olmaksızın sanattaki becerileriyle bulundukları raflardan geri konulmamak üzere inmelerini sağlamaktadır.
Şiir; şair tarafından bir şekilde pazara sunulan ve kalıcılığını, sürekliliğini, tüketim sınırlarını kendi sanatının içine sakladığı bir imgeler bütünüdür. İstatistiklerin, sayısal sonuçların az
ya da çok olması bir şiirin bütün devrilerde ki kalitesini ortaya çıkarmayacaktır. Şiir gelecek nesillere taşındıkça, değişen kültürle birlikte ilgi oranı da değişecektir. Ama yine belirtmek isterim ki sayısal rakamlarda ki az veya çokluk şiirin kalitesini belirlemez. Çok iyi bir şiir her devirde anlaşılamayacağı gibi, çok basit bir anlatımı olan şiirde, toplum katmanlarının eğitim, modernite, kültür tabakalaşması, çok kültürlülük gibi kıstasların süzgecinden geçmesi neticesinde yerini bulacaktır.
Şiir; bana göre bir başkaldırı şekli değildir. O kendine has çizgisiyle beklide uslanmanın bir başka adı olagelmiştir. Şair şiirini vitrine çıkarmadan önce yaşadığı ortamın, kültürün damak zevkine hitap etmelidir diye düşünüyorum. Kapalı bir toplumda sınırları zorlayacak şekilde cinsel içerikli bir şiir yazmak ve yayınlamak bir başkaldırı şeklinden öte, bir ego tatmini, haksız öne çıkma gayreti ve okuyucuya seçenek bırakmaksızın kendi menüsünü sunma gayretidir ki okuyucu şiirsel manada aç kalmayı göze alarak onu tatmak istemeyecektir.
Şiirde en önemli; şey şairin kendisini yazarken toplumun bireyi olduğunu unutmamasıdır.
Bunu göz önene alarak sıradanlığı sıra dışı bir anlatımla doyumsuz bir hale getirebilir. Böylelikle kendi toplumunun sıradanlıklarını ve herkesin her an tanık olduğu ama gördüğünün bile farkında olmadığı bir imgeyi evrensel bir dile çevirecektir.
Giuseppe Ungaretti, “Una Colamba” sın da(1925) çok güzel ifade etmiştir ki bu altı sözcükle bizi ucu bucağı olmayan bir dünyaya bağlamaktadır.
”D’altri diluvi una colomba ascolto” (Başka tufanlardan bir kumru duyuyorum)
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri 30 Mayıs
Şiir üzerine her konuşma, her tartışma Octavia Paz’ında dediği gibi
-Kaç kişi şiir kitabı okur ve bunlar kimlerdir? sorusuyla başlamalıdır.
Şiir okuyucucu Juan Roman Jimenez’in bir kitabında adadığı cümle gibi “ucu bucağı olmayan bir azınlığa” eş değer olabilir.
Yahut Stendhal’in “mutlu azınlığına indirger ki ucu bucağı olmayan sözcüğü onu çoğaltır. Ucu bucağı olmayan şeyin saylamayacağını düşünürsek sayılamayan şey az değildir sonucuna ulaşmak zorunda kalacağızdır.
Zaman ve zeminde hayat bulan kahramanlar yine zaman ve zemine göre soluklaşırlarken veya silinirlerken şiir, resim, heykel nesiller arası aktarımlarla günümüze taşınırlar. Tarihin ilk dönemlerinde de insanlar oyma şeklinde resimler yapar, işaret dilleriyle yazılar yazarlardı.
Bu nesiller arasında ki aktarımıyla günümüze değin gelmiştir. Günümüzde insanların Neolitik köylerini terk ederek toplu yaşam alanlarını tercih etmelerinin bir neticesi olarak toplumda tabakalaşma meydana gelmiştir. İnsanlar özgün işbirliği bölümlerine ayrılarak; işverenler, işçiler, gündelikçiler, din adamları, askerler, memurlar gibi tabakalaşmaya gitmek zorunda kalmakla beraber çeşitli azınlıkların bir arada var olmaları aralarındaki iletişimi dışlamaz- tam tersine- içine alır. Değişik tabakalar arasındaki ilişki ağı kavranılamaz ama bir şeyi vücuda getiri ki buda İnsan Kültürüdür
Buradan şu sonuca varmak kaçınılmazdır “Her bir kültürün üzerinde ve altında toplumun tüm üyelerinde ortak olan düşünceler, inançlar ve gelenekler vardır. Bu Toplumun düşünsel, duygusal ve yaşamsal temelidir. Arıca şiirinde dayanak noktasıdır.”
Kısaca insanlar sanat eserlerinde kendilerini tanırlar. Çünkü sanat eserleri onlara saklı bir bütünlüğün imgelerini sunar.
Eski ve yeni arasındaki geleneksel uyuşmazlığa ek olarak tarihsel ve tinsel bir doğası olan daha derin bir karşıtlık vardır.
Şiir vücuda getirilirken( bilinçli veya bilinçsiz) iki yol izlenmektedir.
Birincisi, moderniteye karşı bir başkaldırı olan şiir
İkincisi, modernitenin meydana getiricisi ve aynı zamanda tamamlayıcısı olanların vücuda getirdiği şiir
Romantizmden bu yana meydana gelen bu karşıtlık yeni kesintilerle perde aralarına dönüşebiliyordu. Romantizmle beraber şairler modernitenin asi çocukları olmuşlardır; onu yaraladıkça yükselmişlerdir.
Şiir ölümsüzlüğü değil yeniden dirilmeyi arzular.
Bazen beğeni, düşünce yada toplumsal inanç konularındaki değişim; yaşamı boyunca kutladığı bir şairi, arafa mahkum edebilir. Neruda, Aragon, Eluard, vs. şimdilerde siyasal günahlarının cezasını çekiyorlar. Burada özellikle ?günahları? diyorum çünkü Staliniz bana göre salt bir yanılgı değildi aynı zamanda ahlaki bir yanlıştı. Nazım Hikmet’te bir dönem siyasal günahının cezasını çekmiş ama ülkemizdeki tarihsel ve inanç konularında ki değişim
İlgi görmesini sağlamıştır.
Bunun tersi bir durumda söz konusu olabilir. Yaşamı boyunca ilgi ve alakadan yoksun kalan şair, gelecek dönemlerde fark edilerek yada savunduğu düşüncenin doğruluğunun kabul edilmesi yahut bir şekilde güçlenmesi neticesinde kutlanabilecektir. Nesimi’ yi düşünecek olursak buna verilebilecek bir örnektir. Yahut Farisi şair Hayyam burada örnek teşkil edebilir.
Bu iki durumun dışında birde yaşadıkları toplumlardan çok önde şiirler yazan ve anlaşılmaları ve sanattaki ustalıklarının kabul edilmesi zaman tünelinden süzülmedikçe anlaşılmayacak şairler vardır ki bunların ne siyasal günahları, ne tevekkülcülükleri, ne de kötümserlikleri olmaksızın sanattaki becerileriyle bulundukları raflardan geri konulmamak üzere inmelerini sağlamaktadır.
Şiir; şair tarafından bir şekilde pazara sunulan ve kalıcılığını, sürekliliğini, tüketim sınırlarını kendi sanatının içine sakladığı bir imgeler bütünüdür. İstatistiklerin, sayısal sonuçların az
ya da çok olması bir şiirin bütün devrilerde ki kalitesini ortaya çıkarmayacaktır. Şiir gelecek nesillere taşındıkça, değişen kültürle birlikte ilgi oranı da değişecektir. Ama yine belirtmek isterim ki sayısal rakamlarda ki az veya çokluk şiirin kalitesini belirlemez. Çok iyi bir şiir her devirde anlaşılamayacağı gibi, çok basit bir anlatımı olan şiirde, toplum katmanlarının eğitim, modernite, kültür tabakalaşması, çok kültürlülük gibi kıstasların süzgecinden geçmesi neticesinde yerini bulacaktır.
Şiir; bana göre bir başkaldırı şekli değildir. O kendine has çizgisiyle beklide uslanmanın bir başka adı olagelmiştir. Şair şiirini vitrine çıkarmadan önce yaşadığı ortamın, kültürün damak zevkine hitap etmelidir diye düşünüyorum. Kapalı bir toplumda sınırları zorlayacak şekilde cinsel içerikli bir şiir yazmak ve yayınlamak bir başkaldırı şeklinden öte, bir ego tatmini, haksız öne çıkma gayreti ve okuyucuya seçenek bırakmaksızın kendi menüsünü sunma gayretidir ki okuyucu şiirsel manada aç kalmayı göze alarak onu tatmak istemeyecektir.
Şiirde en önemli; şey şairin kendisini yazarken toplumun bireyi olduğunu unutmamasıdır.
Bunu göz önene alarak sıradanlığı sıra dışı bir anlatımla doyumsuz bir hale getirebilir. Böylelikle kendi toplumunun sıradanlıklarını ve herkesin her an tanık olduğu ama gördüğünün bile farkında olmadığı bir imgeyi evrensel bir dile çevirecektir.
Giuseppe Ungaretti, “Una Colamba” sın da(1925) çok güzel ifade etmiştir ki bu altı sözcükle bizi ucu bucağı olmayan bir dünyaya bağlamaktadır.
”D’altri diluvi una colomba ascolto” (Başka tufanlardan bir kumru duyuyorum)
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri 30 Mayıs
Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Bence Sen
Garpta dağ, şarkta ırmak
Nerde olsam murat sen;
Güneye düşse yolum
Dicle sensin, Fırat sen
Haymana ovasında
Ekin,harman, hasat sen;
Meltemimsin Boğaz’da
İzmir’deysem imbat sen;
Şiirsem, kekelerim
Anlam katan inşat sen.
Ben uyuşuk itidal
Şahlanan ifrat sen.
Bocalarım ben sensiz,
Ben ham ervah, irşat sen
Susuzken kaynağımsın
Boğulurken imdat sen
Cennette gül bahçesi
Cehennemde sırat sen
İşte sözün kısası
Hayat sensin, hayat sen!
Behçet Kemal Çağlar
Yunus; “Sevdiğimi demez isem sevmek derdi beni boğar” der. Bu Yunusça bir bakıştır. Bunun tersini de söylemek mümkündür. Yani desiseye alışan bir insanın desise etmemesi veya etmemeye çalışması da kolay bir durum değildir. Hayata baktığınız pencereden beslenir hayal dünyanız. Bir önceki eleştiri/yorumumda Aşık Veysel’in bu bakış açısına benzer bir duygu ve bakış açısıyla yazdığı “Saklarım Gözümde Güzelliğini” isimli şiirini tahlil etmiştim bir sonraki şiir olarak Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiirini seçmemin özel bir sebebi var. Koca bir imparatorluğun yıkılışını düşündükçe bazı kesimler tarafından yıkılışın sebepleri arasında gösterilen maneviyattan uzaklaşma seçeneğinin aslında kolay telaffuz edilecek bir ifade edilmemesi gerektiğini göstermek olduğu kadar böyle bir seçeneğin insanoğlunun maneviyat duygusunu bir şekilde tatmin ettiğini göz önüne sermektir. İmparatorluktan devlet haline küçüldüğümüz o günlerde inanç-inançsızlık çatışması yaşanmış gibi gözükse de yine meselenin temelinde yıllardan beri süregelen inanç zinciri ile yeni dünya düzeniyle birlikte ortaya çıkan inanç şekillerine tabi oluş ve çatışmasına şahit olmaktayız. O geçiş devrinin şairlerinin eserlerini ele almak ve eserlerindeki diğer yanlarını yansıtmak onları ve eserlerini daha iyi tahlil etmemize vesile olacaktır. Bu şiire de o gözle bakıp incelemek gerekmektedir.
İnsanoğlu tarihin her döneminde ya kendini aşan varlıklara karşı bir hayranlık, onları kutsallaştırma ve tapınılacak nesne ve varlıklar kabul etme ya da varlıklarını bildiklerini bile inkar etme yoluna gitmiştir. Put’a, Güneş’e, Ay’a,
tapınmaların temelinde bu duygularını tatmin etme ihtiyacı vardır. Değişen ve gelişen çağımızda bile bu duygulara rastlanmaktadır. Fransız ihtilali aklı Tanrı olarak kabul etmeyi getirmiştir. Ziya Gökalp bile dinleri toplumların kollektif şuuru ile izah eder ki Durkheim’den etkilenmiş ve birçok düşüncesinin temelinde ona dayanmıştır. Behçet Kemal Çağlar’ın bu şiirinde olmasa bile birçok şiirinde yer alan “kahramanlık kültü” nü de buna tabi edebiliriz. O zaman şunu diyebiliriz insanlarda köklü olan tapma duygusu kendisine daima yeni konular arar.Politeizm devrinde bu duygu yüzlerce tanrı şeklinde tecelli etmişti…
“Bence Sen” şiirine gelecek olursak Behçet Kemal Çağlar bu şiirinde vatan duygusunu din duygusuna eşdeğer hale getirmiştir. Onun “Baş Dönmeleri” isimli şiirinde tarihin sürekliliğiyle birlikte vatan- tapınmak çüzgüsinde ki gelgitlerine şahit olmuştum. Ne diyordu o şiirin son mısralarında
Sinan’ın güzelliği döndürmüştü başımı
…..
Ata’nın güzelliği döndürmüştü başımı
……
Vatanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
İnsanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
Bu dört baş dönmesinden ayrı bir baş dönmesi
Döne döne aramak belki mezar taşımı
….
7+7’li hece vezniyle yazdığı bu şiirinde gerek vezin gerekse şekil bakımından Anadolu Halk ozanlarının kullanmadıkları hece veznini kullanmış ve bu şiiriyle bizlere onları hatırlatmıştır.
“Bence Sen” şiirinin güçlü oluşu şiirin iskeletini oluşturan vezin ve kafiyeden ileri gelir. Bu şiirdeki kafiye tarzını daha çok gazel ve kasidelerde görmüştüm.
Bir mısra aralıklarla tekrarlanan kafiyeler şiiri güçlü kılıyor ve ahenk veriyor. Şiir boyunca tekrarlanan “sen” redifini de göz ardı edemeyiz. Şiire kattığı ahenk kadar içeriğine de “bütünlük” vermektedir. Yüceltme duygusuna tan bir isim verilmemekle beraber sevilen ve yüceltilen “vatan”dır. Şiir kafilerinin çeşitliliği bakımından da kayda değer bir şiirdir.
Şair sevilen yüce varlıktan aldığı gücü anlatmakta ve inancımızdaki ahiret, iyi, kötü, cennet, cehennem, mükafat ve mücazata esas konu ve neticelere temas etmektedir. Behçet Kemal Çağlar’ı okumayan, bilmeyen gençliğin bir yanı eksik kalacaktır.
Bekir Kale Ahıskalı
2 Aralık 2009
Şiir Tahlilleri-61 Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Bence Sen
Garpta dağ, şarkta ırmak
Nerde olsam murat sen;
Güneye düşse yolum
Dicle sensin, Fırat sen
Haymana ovasında
Ekin,harman, hasat sen;
Meltemimsin Boğaz’da
İzmir’deysem imbat sen;
Şiirsem, kekelerim
Anlam katan inşat sen.
Ben uyuşuk itidal
Şahlanan ifrat sen.
Bocalarım ben sensiz,
Ben ham ervah, irşat sen
Susuzken kaynağımsın
Boğulurken imdat sen
Cennette gül bahçesi
Cehennemde sırat sen
İşte sözün kısası
Hayat sensin, hayat sen!
Behçet Kemal Çağlar
Yunus; “Sevdiğimi demez isem sevmek derdi beni boğar” der. Bu Yunusça bir bakıştır. Bunun tersini de söylemek mümkündür. Yani desiseye alışan bir insanın desise etmemesi veya etmemeye çalışması da kolay bir durum değildir. Hayata baktığınız pencereden beslenir hayal dünyanız. Bir önceki eleştiri/yorumumda Aşık Veysel’in bu bakış açısına benzer bir duygu ve bakış açısıyla yazdığı “Saklarım Gözümde Güzelliğini” isimli şiirini tahlil etmiştim bir sonraki şiir olarak Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiirini seçmemin özel bir sebebi var. Koca bir imparatorluğun yıkılışını düşündükçe bazı kesimler tarafından yıkılışın sebepleri arasında gösterilen maneviyattan uzaklaşma seçeneğinin aslında kolay telaffuz edilecek bir ifade edilmemesi gerektiğini göstermek olduğu kadar böyle bir seçeneğin insanoğlunun maneviyat duygusunu bir şekilde tatmin ettiğini göz önüne sermektir. İmparatorluktan devlet haline küçüldüğümüz o günlerde inanç-inançsızlık çatışması yaşanmış gibi gözükse de yine meselenin temelinde yıllardan beri süregelen inanç zinciri ile yeni dünya düzeniyle birlikte ortaya çıkan inanç şekillerine tabi oluş ve çatışmasına şahit olmaktayız. O geçiş devrinin şairlerinin eserlerini ele almak ve eserlerindeki diğer yanlarını yansıtmak onları ve eserlerini daha iyi tahlil etmemize vesile olacaktır. Bu şiire de o gözle bakıp incelemek gerekmektedir.
İnsanoğlu tarihin her döneminde ya kendini aşan varlıklara karşı bir hayranlık, onları kutsallaştırma ve tapınılacak nesne ve varlıklar kabul etme ya da varlıklarını bildiklerini bile inkar etme yoluna gitmiştir. Put’a, Güneş’e, Ay’a,
tapınmaların temelinde bu duygularını tatmin etme ihtiyacı vardır. Değişen ve gelişen çağımızda bile bu duygulara rastlanmaktadır. Fransız ihtilali aklı Tanrı olarak kabul etmeyi getirmiştir. Ziya Gökalp bile dinleri toplumların kollektif şuuru ile izah eder ki Durkheim’den etkilenmiş ve birçok düşüncesinin temelinde ona dayanmıştır. Behçet Kemal Çağlar’ın bu şiirinde olmasa bile birçok şiirinde yer alan “kahramanlık kültü” nü de buna tabi edebiliriz. O zaman şunu diyebiliriz insanlarda köklü olan tapma duygusu kendisine daima yeni konular arar.Politeizm devrinde bu duygu yüzlerce tanrı şeklinde tecelli etmişti…
“Bence Sen” şiirine gelecek olursak Behçet Kemal Çağlar bu şiirinde vatan duygusunu din duygusuna eşdeğer hale getirmiştir. Onun “Baş Dönmeleri” isimli şiirinde tarihin sürekliliğiyle birlikte vatan- tapınmak çüzgüsinde ki gelgitlerine şahit olmuştum. Ne diyordu o şiirin son mısralarında
Sinan’ın güzelliği döndürmüştü başımı
…..
Ata’nın güzelliği döndürmüştü başımı
……
Vatanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
İnsanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
Bu dört baş dönmesinden ayrı bir baş dönmesi
Döne döne aramak belki mezar taşımı
….
7+7’li hece vezniyle yazdığı bu şiirinde gerek vezin gerekse şekil bakımından Anadolu Halk ozanlarının kullanmadıkları hece veznini kullanmış ve bu şiiriyle bizlere onları hatırlatmıştır.
“Bence Sen” şiirinin güçlü oluşu şiirin iskeletini oluşturan vezin ve kafiyeden ileri gelir. Bu şiirdeki kafiye tarzını daha çok gazel ve kasidelerde görmüştüm.
Bir mısra aralıklarla tekrarlanan kafiyeler şiiri güçlü kılıyor ve ahenk veriyor. Şiir boyunca tekrarlanan “sen” redifini de göz ardı edemeyiz. Şiire kattığı ahenk kadar içeriğine de “bütünlük” vermektedir. Yüceltme duygusuna tan bir isim verilmemekle beraber sevilen ve yüceltilen “vatan”dır. Şiir kafilerinin çeşitliliği bakımından da kayda değer bir şiirdir.
Şair sevilen yüce varlıktan aldığı gücü anlatmakta ve inancımızdaki ahiret, iyi, kötü, cennet, cehennem, mükafat ve mücazata esas konu ve neticelere temas etmektedir. Behçet Kemal Çağlar’ı okumayan, bilmeyen gençliğin bir yanı eksik kalacaktır.
Bekir Kale Ahıskalı
2 Aralık 2009
Şiir Tahlilleri-61 Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine
Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine eleştiri/yorum
Karaman
Karaman'a hasretliğim
Üzüle üzüle bitmez;
Yollar bir ip, dağlar düğüm
Çözüle çözüle bitmez...
Sabah erkekler işine,
Döner akşamın beşine,
Güğümler çeşme başına,
Dizile dizile bitmez...
Biçim biçim fistanları,
Dile gelmez destanları,
Güz gelince bostanları,
Bozula bozula bitmez...
Kalesi tek bir şaheser!
Hatunya dilsizdir, susar
Mansurdede, Abbas, Hisar
Gezile gezile bitmez...
Kırmale yollarının sonu,
Şamkapı'ya bakar yönü,
Kırmale'den öte yanı,
Kazıla kazıla bitmez...
Git, gör İmaret'i aman!
Kimler geçmiş zaman zaman
Velhâsılı şu Karaman
Yazıla yazıla bitmez...
Bekir Sıtkı Erdoğan
Bir Yağmur Başladı 1957
Şüphesiz ki Bekir Sıtkı Erdoğan edebiyat dünyamıza güzel eserler kazandırmış güçlü bir kalem. Bir çok şiirinde gelenekten bazı unsurları içine almış eserleri mevcuttur. Ama umumiyetle Cumhuriyet devri Türkiye'sinin bir çok kalemi gibi batı tesiri akımların içerisinde kaldığını da söylemem gerekir. Ben Bekir Sıtkı Erdoğan'ı "Gurbetten geldim, yorgunum hancı" dizleriyle başlayan "Binbirinci Gece" isinli şiiriyle daha iyi tanıdım demekle beraber kendisine karşı önyargılarımın oluşmasına sebep olan ve daha lise yıllarımda okuduğum
"Ses ver bana ey koskoca mazi
Bana ses ver
Ses ver bana ses
Nerde o sevda, o vefa
Ses ver ki şu suskun dile bir şifa
İlham arayan ruhuma bir taze heves ver"
....
dizeleriyle başlayan "Ses Ver" isimli şiiriin bu şiirden çok kısa bir süre önce okuduğum Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal" şiirinin bir taklidi olduğunu düşünerek edebiyat öğretmenizizin kapısını çalarak o zaman ki pişmemişliğimle Bekir Sıtkı, Cenab Şehabeddin'den şiir aşırmış şeklinde ifade bulan çıkışımlır. Edebiyat öğretmenimden önce haddimi bilmem konusunda azarlanmış sonra öğretmenim Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal"ini okudunuz mu soruma karşılık almış olduğum "hayır" cevabı önyargılarımı güçlendirmekle beraber öğretmenime karşı da bir önyargılı davranmama sebep olmuştu. Cenab Şehabeddin'in
"Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu,
Ey mirvehe-i lâne-i mürgân
Ey bad-ı hırâmân,
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu
Başlarken ufukdan seyelana
Bâlîn-i cihâna.
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,
Bir nây-ı zümrüd gibi nâlân
Destimdeki nihâlân..."
....
dizeleriyle başlayan "Riyah-ı Leval"i okumamıştı ama benim bu düşünceme karşı haddimi bilmemi istemişti. Bu iki şiir arasındaki benzerliği de okuyucumun dikkatine sunmak istiyorum. Araştırıp okuyabilirler.
Geçmişte yaşadıklarıma dair bu kısa açıklamadaan sonra "Karaman" isimli şiirimiz dönmek istiyorum.Bekit Sıtkı Erdoğan'ın hece ile yazdığı şiirlerin içerisinde en başarılısı "Binbirinci Gece" isimli şiiridir. "Binbirinci Gece" şiirinde santimental ton vardır. Mübalağa yoktur ve hiçbir ifade şişirilmemiştir. Subjektif ve objektif unsurlar yerinde kullanılmış ve gerçeğe uygun tasvir edilmiştir. "Ses ver" isimli şiirini aruz vezniyle kaleme almıştır.
Her şair bilerek veya b,lmeyerek her şiirinde bir mekanizma oluşturur ve bu mekanizmayla şiiri istediği yere çeker. Şairler bazen de şiirlerinde oluşturdukları mekanizmalara tabi olurlar. "Karaman" isimli şiirde de bunu görmekteyiz. Şair mekanizmaya değil mekanizma şaire hakimdir. Yani Bekir Sıtkı Erdoğan da bir çok şairin yine aynı ifadeyi kullanacağım bilerek veya bilmeyerek vazin ve kafiyenin ahengine kapılıp mısraların yapısını işlemiş olsa da muhteviyatını nüanslı bir şekilde işleyememiştir. Ben bu tür şiirleri mekanizmaca yönlendirilmiş şiirler diye tanımlıyorum ve burada şiir şairin kontrolünden çıkıp vezin ve kafiyesinin ahengini tutturmak gayesiyle şairi mekanizmanın yörüngesinde hareket ettirdiğini düşünüyorum. Günümüzde özellikle hece vezni ve kafiyeli şiirler yazanların sıkça ve çokça bu yörüngede dolaştıklarını görmekteyim.
Yıllar önce kaleme aldığım yazılarımda sıkça değindiğim ve bir kez daha değinme gereği duyduğum ve günümüzde bazı karalama ehlinin 'etkilenmemek için başkalarının şiirlerini okumuyorum' diye ifade ettikleri düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu birkez daha görmekteyiz. Duygusal olsun mesleki olsun sizin alanınızd vücudaa getirilen eseleri okumadığınız, incelemediğiniz taktirde daha iyisini vücuda getiremeyeceğinizi iddia ediyorum. Kaldı ki hayatta başkalarının hata veya doğru olan tecrübelerinden istifade etmediğiniz taktirde kısa önrünüzün herşeyi deneme yanılma yoluyla yapmanıza imkan vermeyeceğini de çok iyi biliyoruz. O zaman özellikle şair okumalı...okumalı...çok okumalıdır.
Yine yeri gelmişken şiir ya gelenekten meydana getirilir ya da yenilikten meydana getirilir. Hangisinden meydana getirilirse getirilsin orijinalliği onun kabul görmesini sağlayacak ve onu geleceğe taşıyacaktır. Daima değişeni takip edip konu, şekil ve uslup olarak taklit ederek yeni görünmek çabası içine girmiş olmak o eserin yeni olması anlamına da gelmiyor. Taklitleri meydana getirmek için orijinali meydana getirmek kadar ceht etmeği gerektirmez ki taklidin kıymeti harbiyesi hiçbir zaman orijinal kadar olmayacaktır. Mesela Divan ve Halk edebiyatları birbirlerine zıt edebiyatlardır. Bununla beraber bu ikisinin de dışında olan modern şiirin değişim ve beslendiği yer itibariyle bu iki şiir türüne de baskınlığı kaçınılmaz alacaktı ve oldu da...
Bekir Kale Ahıskalı
14 Mart 2010
Şiir Tahlilleri-65 Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine
Karaman
Karaman'a hasretliğim
Üzüle üzüle bitmez;
Yollar bir ip, dağlar düğüm
Çözüle çözüle bitmez...
Sabah erkekler işine,
Döner akşamın beşine,
Güğümler çeşme başına,
Dizile dizile bitmez...
Biçim biçim fistanları,
Dile gelmez destanları,
Güz gelince bostanları,
Bozula bozula bitmez...
Kalesi tek bir şaheser!
Hatunya dilsizdir, susar
Mansurdede, Abbas, Hisar
Gezile gezile bitmez...
Kırmale yollarının sonu,
Şamkapı'ya bakar yönü,
Kırmale'den öte yanı,
Kazıla kazıla bitmez...
Git, gör İmaret'i aman!
Kimler geçmiş zaman zaman
Velhâsılı şu Karaman
Yazıla yazıla bitmez...
Bekir Sıtkı Erdoğan
Bir Yağmur Başladı 1957
Şüphesiz ki Bekir Sıtkı Erdoğan edebiyat dünyamıza güzel eserler kazandırmış güçlü bir kalem. Bir çok şiirinde gelenekten bazı unsurları içine almış eserleri mevcuttur. Ama umumiyetle Cumhuriyet devri Türkiye'sinin bir çok kalemi gibi batı tesiri akımların içerisinde kaldığını da söylemem gerekir. Ben Bekir Sıtkı Erdoğan'ı "Gurbetten geldim, yorgunum hancı" dizleriyle başlayan "Binbirinci Gece" isinli şiiriyle daha iyi tanıdım demekle beraber kendisine karşı önyargılarımın oluşmasına sebep olan ve daha lise yıllarımda okuduğum
"Ses ver bana ey koskoca mazi
Bana ses ver
Ses ver bana ses
Nerde o sevda, o vefa
Ses ver ki şu suskun dile bir şifa
İlham arayan ruhuma bir taze heves ver"
....
dizeleriyle başlayan "Ses Ver" isimli şiiriin bu şiirden çok kısa bir süre önce okuduğum Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal" şiirinin bir taklidi olduğunu düşünerek edebiyat öğretmenizizin kapısını çalarak o zaman ki pişmemişliğimle Bekir Sıtkı, Cenab Şehabeddin'den şiir aşırmış şeklinde ifade bulan çıkışımlır. Edebiyat öğretmenimden önce haddimi bilmem konusunda azarlanmış sonra öğretmenim Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal"ini okudunuz mu soruma karşılık almış olduğum "hayır" cevabı önyargılarımı güçlendirmekle beraber öğretmenime karşı da bir önyargılı davranmama sebep olmuştu. Cenab Şehabeddin'in
"Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu,
Ey mirvehe-i lâne-i mürgân
Ey bad-ı hırâmân,
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu
Başlarken ufukdan seyelana
Bâlîn-i cihâna.
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,
Bir nây-ı zümrüd gibi nâlân
Destimdeki nihâlân..."
....
dizeleriyle başlayan "Riyah-ı Leval"i okumamıştı ama benim bu düşünceme karşı haddimi bilmemi istemişti. Bu iki şiir arasındaki benzerliği de okuyucumun dikkatine sunmak istiyorum. Araştırıp okuyabilirler.
Geçmişte yaşadıklarıma dair bu kısa açıklamadaan sonra "Karaman" isimli şiirimiz dönmek istiyorum.Bekit Sıtkı Erdoğan'ın hece ile yazdığı şiirlerin içerisinde en başarılısı "Binbirinci Gece" isimli şiiridir. "Binbirinci Gece" şiirinde santimental ton vardır. Mübalağa yoktur ve hiçbir ifade şişirilmemiştir. Subjektif ve objektif unsurlar yerinde kullanılmış ve gerçeğe uygun tasvir edilmiştir. "Ses ver" isimli şiirini aruz vezniyle kaleme almıştır.
Her şair bilerek veya b,lmeyerek her şiirinde bir mekanizma oluşturur ve bu mekanizmayla şiiri istediği yere çeker. Şairler bazen de şiirlerinde oluşturdukları mekanizmalara tabi olurlar. "Karaman" isimli şiirde de bunu görmekteyiz. Şair mekanizmaya değil mekanizma şaire hakimdir. Yani Bekir Sıtkı Erdoğan da bir çok şairin yine aynı ifadeyi kullanacağım bilerek veya bilmeyerek vazin ve kafiyenin ahengine kapılıp mısraların yapısını işlemiş olsa da muhteviyatını nüanslı bir şekilde işleyememiştir. Ben bu tür şiirleri mekanizmaca yönlendirilmiş şiirler diye tanımlıyorum ve burada şiir şairin kontrolünden çıkıp vezin ve kafiyesinin ahengini tutturmak gayesiyle şairi mekanizmanın yörüngesinde hareket ettirdiğini düşünüyorum. Günümüzde özellikle hece vezni ve kafiyeli şiirler yazanların sıkça ve çokça bu yörüngede dolaştıklarını görmekteyim.
Yıllar önce kaleme aldığım yazılarımda sıkça değindiğim ve bir kez daha değinme gereği duyduğum ve günümüzde bazı karalama ehlinin 'etkilenmemek için başkalarının şiirlerini okumuyorum' diye ifade ettikleri düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu birkez daha görmekteyiz. Duygusal olsun mesleki olsun sizin alanınızd vücudaa getirilen eseleri okumadığınız, incelemediğiniz taktirde daha iyisini vücuda getiremeyeceğinizi iddia ediyorum. Kaldı ki hayatta başkalarının hata veya doğru olan tecrübelerinden istifade etmediğiniz taktirde kısa önrünüzün herşeyi deneme yanılma yoluyla yapmanıza imkan vermeyeceğini de çok iyi biliyoruz. O zaman özellikle şair okumalı...okumalı...çok okumalıdır.
Yine yeri gelmişken şiir ya gelenekten meydana getirilir ya da yenilikten meydana getirilir. Hangisinden meydana getirilirse getirilsin orijinalliği onun kabul görmesini sağlayacak ve onu geleceğe taşıyacaktır. Daima değişeni takip edip konu, şekil ve uslup olarak taklit ederek yeni görünmek çabası içine girmiş olmak o eserin yeni olması anlamına da gelmiyor. Taklitleri meydana getirmek için orijinali meydana getirmek kadar ceht etmeği gerektirmez ki taklidin kıymeti harbiyesi hiçbir zaman orijinal kadar olmayacaktır. Mesela Divan ve Halk edebiyatları birbirlerine zıt edebiyatlardır. Bununla beraber bu ikisinin de dışında olan modern şiirin değişim ve beslendiği yer itibariyle bu iki şiir türüne de baskınlığı kaçınılmaz alacaktı ve oldu da...
Bekir Kale Ahıskalı
14 Mart 2010
Şiir Tahlilleri-65 Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine
Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş
Yarı olmuş mısır koçanlarının mor püskülünde akşam.
Tarlanın kenarında yer yer karpuz çekirdekleri
Çocuklarla beraber aynı rüyayı
Çırıl çıplak çınarların
Bütün ovayı süzen
Minare boyu tepelerinde
Kargalar.
Çocuklarla beraber aynı yaz rüyasını:
Sütlü mısırları,
Karpuz çekirdeklerini,
Olgun Vodina kavunlarının altın içimi
Kafalarını kanatlarının altına sokup üşüyerek,
Aynı yaz rüyasını görmekteler.
Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket...
Sait Faik Abasıyanık
(Şimdi Sevişme Vakti, 1958 İstanbul)
Bu anlatım tarzı batı edebiyatından gelmiştir. Zamanla Türk Edebiyatında daa en önemli anlatım vasıtası olmuştur ki bizim edebiyatımıza ilk gelişi Servet-i Fünuncularla gelmiştir. Bakışta bir şekli ve kalıbı varmış gibi görünse de her nesil kendi hayat görüşüne ve mizacına göre başka bir şekle sokmuştur. Sıfat Üslubu dediğimiz bu üslubun batıda fazla gelişmiş olmasının sebebi dış alemi kendi gerçekliği içinde görme, fenomenleri basitleştirmeden kavrama, anlama ve kainaatın zerreden kurreye kadar her bir görünüşüne ayna tutan resim ahlakı ve terbiyesidir.
Sait Faik'in hikayelerinde, varlıkların ve canlıların ilk göründükleri an bıraktıkları intiba ve ruh halletinin teferruatlarının taptaze bir üslupla anlatılışlarını başarıyla anlattığına şahit oluruz.
Ben Türk Edebiyatında sıfatları anlatma konusunda Sait Faik kadar mahir bir kaleme rastlamadığımı beyan etmeliyim. Onun varlık ve canlıları tasvir edişini okuyup gören okuyucu o varlık ve canlılarla bire bir temas ediyorum düşüncesine kapılır. Bu hissiyata kapılır.
Sait Faik'in tasvir ettiklerini gözden geçirince onlarla aralarında "doğrudan doğruya"lık hissine kapılan her tahlilci gibi ben de Orhan Veli ve Cahit Sıtkı arasında bir yakınlık kuruyorum. Bu üç kalem duyularla yaşamaya önem verirler. Andre Gide'in etkisi altında kaldıklarını düşünüyorum. Çünkü "sensualisme" bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Varlıkla doğrudan doğruya teması gaye edinmişlerdir. Bu sebeplede insanla varlık arasına bir perde gibi giren kelimeleri yok edercesine ustalıkla kullanırlar.
Edebiyat dille yapılan bir sanat olduğu için bunun mümkün olmadığını düşüneceksiniz ama dili kullanma konularındaki becerileri ile kendi varlıklarını unutturan bir intiba bırakırlar.
Meselenin başka bir boyutuna daha değinmek istiyorum. Esas meslekleri başka olanlar şiir yazdıkları zaman bazen şuurlu olarak, bazen alışkanlık ve mesleklerinin hayata aktarılışı olarak, bazen de farkında olmayarak meslkelerinden bazı şeyleri şiirlerine taşırlar. Bedri Rahmi'nin dünyaya bir ressam gözüyle bakmasının sebebi budur. Baktığı herşeyde bir renk görür ki bu da kelimeleri bir boya gibi kullanmasından anlaşılıyor.
Sait Faik'in bir haikeyeci olduğunu düşündüğümüzde gerek "Deli Çay" şiirnde gerekse Sait Faik denilince akla ilk gelen şiiri olan "Köprü" şiirinde bu anlatım tarzına rastlamaktayız. O sebeple Sait Faik'in her şiirinde muhtelif tiplere rastlamaktayız. Her birinin kendine has davranışı vardır.
Dikkatle takip eden okuyucu Orhan Veli'de de önce bir komedi yazarı izlerine, sonra siyaset, psikoloji, felsefe izlerine rastlayacaktır.Ben Sait Faik kadar
(şiirinde) kalabalık ve canlı tasvir eden birini tanımıyorum. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Cumhuriyet devri hikayecelerinin hemen hepsinde ki bunda bazı şairlerinden de söz edebiliriz gerçekçilik adına insanı insan yapan asli unsurları gözardı ederek sıraan bir varlık olarak görmelerinden sebep ruhtan uzaklaşmışlar ve maneviyatın lezzetli anlatım yanlarını unutmuşlardır. Böyle baktıkları için Türk halkını sadece açlıktan kıvranan, sefalet içinde olduğu gerçeğini görmüş diğer yanlarını gözardı etmişlerdir. Bu Marksist bir bakış açısıdır ama Türk halkı veya kültürü sadece bu iki unsurdan oluşmadığı gerçeğini de unutmuşlardır. Sait Faik'in yaşadığı dönemi ve etkisi altında kaldığı kişi ve zamanı resmettikten sonra "Deli Çay" şiirine geçmek ve onu tahlil etmek kısmına geçmek gerekir.
"Deli Çay" şiirinin (bana göre) temel mısrası
"Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket" mısrasıdır. Bizim kültümüzde olduğu gibi bir çok kültürde de çınar diğer ağaçlara nazaran daha asil bilinir. Bunu sebebi çınarın uzun yaşaması, efsanelerle eşdeğer anılması ve dayanıklılığıyla öne çıkmasıdır. Her nedense çınar ile kargayı aynı anda anmak pek sevimli karşılanmaz. Karga ise diğer uçan kanatlılara nazaran daha az sevimlidir. Sait Faik'in bu ikisini bir arada anmasının sebebi memleketin o zamanki haline bakış açısıdır. Memleketi daha viran ve sefalet içinde anlatmanın bir şeklidir. Sait Faik'in hikayecilik yanının ağır bastığı bu ifade biçimi yalın bir dille birkaç sayfada anlatamayacağımız bir ahvali tek dizeyle anlatmak mümkün olmuştur. u dizenin hemen arkasından gelen
"Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş"
mısraları bir önceki dizeyi destekleyen dizeler olsalar da yani evet hayatını hayvancılıkve tarımla sağlayan bir toplumda kebap lüks gıda tüketimi sayılması ve ona ulaşılamaması bu toplumun acı gerçeğidir. Bu durum bugünde değişmemiştir az bir azınlık harici et tüketimi lüks sınıfına girmektedir. Sait Faik'te bu durumu resmetmiştir. Bununla birlikte o sefalet haline rağmen kanaatkar bir yanımızı da dolaylı resmetmiştir. Sütlü mısır, küllü ateş gibi ifadeler üretimden uzak tabiatın verdikleriyle yetinmeye çalışan ama toprağı da tam işlemesini bilmeyen, sefaletin adına kanaat denen, zaman zamanda tembelliğini nasip değilmiş kılıfı giydiren kulaktan dolma bilgilerle akaidinin sağlamlığını savunan bir toplum tabakası...
Yukarıda da zikrettiğim gibi Sait Faik kadar kalabalık yazan bir kalem daha tanımadım. Hikayeciliğini tamamen şiirine taşımayı becerebilen bir kalem. Çınar başlarını minare tepelerine benzetir şair ve onun üzerine de kargaları tünetir. Bu o devril ana resmidir. Kargalarla çocuklar arasında bir bağlantı kurmaktadır ve her ikisinin de gördüklerinin bir rüya olduğunun farkındadır.
"Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar"
Bu dizeleri itibariyle Nazım Hikmet'in "sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız" dizesinin bir başka şekilde anlatılış biçimidir aslında. Elleri, tenleri toprak kokan, inek kokan vefakar, fedakar, sadık ama hak ettiği kıymeti görmeyen kadınlarımız. Bu da bizim erkekliği güç sayan ve dışarıya iyi içeriye hor ve zaman zamanda zalim davranan bunu da inancıymış gibi gösteren, içindeki zaafiyetleri başkasına güvensizlik olarak ortaya koyan diğer bir yanımız. Kadın evde, erkek cephededir, erkek şehit olur, gazi olur kahraman olur da kadın evde hizmetçi sayılır halimiz bakışımız... Ancak izin verilse de verilmese de istisnaları ortaya çıkınca onların da Rabia gibi ermiş olabileceği, Nene Hatun gibi kahraman olabileceğini kabul etmek zorunda kalaan bir anlayış kazıntısı, kalıntısı...
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Bu mısralar günümüzde olduğu gibi toplum katmanları arasında oluşan efendi ve hizmetçiler anlayışının aynısıdır. Toplumunu oluşturan kitleler arasındaaki uçurumu büyüyen toplumlar zamanla çatırdamaya ve yine zamanın içinde parçalanarak ya başka toplumları meydana getirmeye ya da yok olmaya mahkumdurlar. Sait Faik'in
tarlaları basan "Deli Çay" ı da bir başkaldırışın doğa diliyle anlatımıdır.
Bir hikayecinin kaleminden bir şiir ne kadar güzel olursa o kadar güzeldir Sait Faik şiiri. İlk ortaya çıkışı itibariyle tepki aldığı ve uyumdan uzak olduğu dile getirilse de yine ilk ortaya çıktığı yıllar itibariyle farklı oluşu itibariyle takip edilen, tercih edilen ve aranılan bir "sıfat üslubu"dur Sait Faik şiiri
Bekir Kale Ahıskalı
1 Şubat 2010
Şiir Tahlilleri- 63 Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş
Yarı olmuş mısır koçanlarının mor püskülünde akşam.
Tarlanın kenarında yer yer karpuz çekirdekleri
Çocuklarla beraber aynı rüyayı
Çırıl çıplak çınarların
Bütün ovayı süzen
Minare boyu tepelerinde
Kargalar.
Çocuklarla beraber aynı yaz rüyasını:
Sütlü mısırları,
Karpuz çekirdeklerini,
Olgun Vodina kavunlarının altın içimi
Kafalarını kanatlarının altına sokup üşüyerek,
Aynı yaz rüyasını görmekteler.
Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket...
Sait Faik Abasıyanık
(Şimdi Sevişme Vakti, 1958 İstanbul)
Bu anlatım tarzı batı edebiyatından gelmiştir. Zamanla Türk Edebiyatında daa en önemli anlatım vasıtası olmuştur ki bizim edebiyatımıza ilk gelişi Servet-i Fünuncularla gelmiştir. Bakışta bir şekli ve kalıbı varmış gibi görünse de her nesil kendi hayat görüşüne ve mizacına göre başka bir şekle sokmuştur. Sıfat Üslubu dediğimiz bu üslubun batıda fazla gelişmiş olmasının sebebi dış alemi kendi gerçekliği içinde görme, fenomenleri basitleştirmeden kavrama, anlama ve kainaatın zerreden kurreye kadar her bir görünüşüne ayna tutan resim ahlakı ve terbiyesidir.
Sait Faik'in hikayelerinde, varlıkların ve canlıların ilk göründükleri an bıraktıkları intiba ve ruh halletinin teferruatlarının taptaze bir üslupla anlatılışlarını başarıyla anlattığına şahit oluruz.
Ben Türk Edebiyatında sıfatları anlatma konusunda Sait Faik kadar mahir bir kaleme rastlamadığımı beyan etmeliyim. Onun varlık ve canlıları tasvir edişini okuyup gören okuyucu o varlık ve canlılarla bire bir temas ediyorum düşüncesine kapılır. Bu hissiyata kapılır.
Sait Faik'in tasvir ettiklerini gözden geçirince onlarla aralarında "doğrudan doğruya"lık hissine kapılan her tahlilci gibi ben de Orhan Veli ve Cahit Sıtkı arasında bir yakınlık kuruyorum. Bu üç kalem duyularla yaşamaya önem verirler. Andre Gide'in etkisi altında kaldıklarını düşünüyorum. Çünkü "sensualisme" bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Varlıkla doğrudan doğruya teması gaye edinmişlerdir. Bu sebeplede insanla varlık arasına bir perde gibi giren kelimeleri yok edercesine ustalıkla kullanırlar.
Edebiyat dille yapılan bir sanat olduğu için bunun mümkün olmadığını düşüneceksiniz ama dili kullanma konularındaki becerileri ile kendi varlıklarını unutturan bir intiba bırakırlar.
Meselenin başka bir boyutuna daha değinmek istiyorum. Esas meslekleri başka olanlar şiir yazdıkları zaman bazen şuurlu olarak, bazen alışkanlık ve mesleklerinin hayata aktarılışı olarak, bazen de farkında olmayarak meslkelerinden bazı şeyleri şiirlerine taşırlar. Bedri Rahmi'nin dünyaya bir ressam gözüyle bakmasının sebebi budur. Baktığı herşeyde bir renk görür ki bu da kelimeleri bir boya gibi kullanmasından anlaşılıyor.
Sait Faik'in bir haikeyeci olduğunu düşündüğümüzde gerek "Deli Çay" şiirnde gerekse Sait Faik denilince akla ilk gelen şiiri olan "Köprü" şiirinde bu anlatım tarzına rastlamaktayız. O sebeple Sait Faik'in her şiirinde muhtelif tiplere rastlamaktayız. Her birinin kendine has davranışı vardır.
Dikkatle takip eden okuyucu Orhan Veli'de de önce bir komedi yazarı izlerine, sonra siyaset, psikoloji, felsefe izlerine rastlayacaktır.Ben Sait Faik kadar
(şiirinde) kalabalık ve canlı tasvir eden birini tanımıyorum. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Cumhuriyet devri hikayecelerinin hemen hepsinde ki bunda bazı şairlerinden de söz edebiliriz gerçekçilik adına insanı insan yapan asli unsurları gözardı ederek sıraan bir varlık olarak görmelerinden sebep ruhtan uzaklaşmışlar ve maneviyatın lezzetli anlatım yanlarını unutmuşlardır. Böyle baktıkları için Türk halkını sadece açlıktan kıvranan, sefalet içinde olduğu gerçeğini görmüş diğer yanlarını gözardı etmişlerdir. Bu Marksist bir bakış açısıdır ama Türk halkı veya kültürü sadece bu iki unsurdan oluşmadığı gerçeğini de unutmuşlardır. Sait Faik'in yaşadığı dönemi ve etkisi altında kaldığı kişi ve zamanı resmettikten sonra "Deli Çay" şiirine geçmek ve onu tahlil etmek kısmına geçmek gerekir.
"Deli Çay" şiirinin (bana göre) temel mısrası
"Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket" mısrasıdır. Bizim kültümüzde olduğu gibi bir çok kültürde de çınar diğer ağaçlara nazaran daha asil bilinir. Bunu sebebi çınarın uzun yaşaması, efsanelerle eşdeğer anılması ve dayanıklılığıyla öne çıkmasıdır. Her nedense çınar ile kargayı aynı anda anmak pek sevimli karşılanmaz. Karga ise diğer uçan kanatlılara nazaran daha az sevimlidir. Sait Faik'in bu ikisini bir arada anmasının sebebi memleketin o zamanki haline bakış açısıdır. Memleketi daha viran ve sefalet içinde anlatmanın bir şeklidir. Sait Faik'in hikayecilik yanının ağır bastığı bu ifade biçimi yalın bir dille birkaç sayfada anlatamayacağımız bir ahvali tek dizeyle anlatmak mümkün olmuştur. u dizenin hemen arkasından gelen
"Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş"
mısraları bir önceki dizeyi destekleyen dizeler olsalar da yani evet hayatını hayvancılıkve tarımla sağlayan bir toplumda kebap lüks gıda tüketimi sayılması ve ona ulaşılamaması bu toplumun acı gerçeğidir. Bu durum bugünde değişmemiştir az bir azınlık harici et tüketimi lüks sınıfına girmektedir. Sait Faik'te bu durumu resmetmiştir. Bununla birlikte o sefalet haline rağmen kanaatkar bir yanımızı da dolaylı resmetmiştir. Sütlü mısır, küllü ateş gibi ifadeler üretimden uzak tabiatın verdikleriyle yetinmeye çalışan ama toprağı da tam işlemesini bilmeyen, sefaletin adına kanaat denen, zaman zamanda tembelliğini nasip değilmiş kılıfı giydiren kulaktan dolma bilgilerle akaidinin sağlamlığını savunan bir toplum tabakası...
Yukarıda da zikrettiğim gibi Sait Faik kadar kalabalık yazan bir kalem daha tanımadım. Hikayeciliğini tamamen şiirine taşımayı becerebilen bir kalem. Çınar başlarını minare tepelerine benzetir şair ve onun üzerine de kargaları tünetir. Bu o devril ana resmidir. Kargalarla çocuklar arasında bir bağlantı kurmaktadır ve her ikisinin de gördüklerinin bir rüya olduğunun farkındadır.
"Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar"
Bu dizeleri itibariyle Nazım Hikmet'in "sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız" dizesinin bir başka şekilde anlatılış biçimidir aslında. Elleri, tenleri toprak kokan, inek kokan vefakar, fedakar, sadık ama hak ettiği kıymeti görmeyen kadınlarımız. Bu da bizim erkekliği güç sayan ve dışarıya iyi içeriye hor ve zaman zamanda zalim davranan bunu da inancıymış gibi gösteren, içindeki zaafiyetleri başkasına güvensizlik olarak ortaya koyan diğer bir yanımız. Kadın evde, erkek cephededir, erkek şehit olur, gazi olur kahraman olur da kadın evde hizmetçi sayılır halimiz bakışımız... Ancak izin verilse de verilmese de istisnaları ortaya çıkınca onların da Rabia gibi ermiş olabileceği, Nene Hatun gibi kahraman olabileceğini kabul etmek zorunda kalaan bir anlayış kazıntısı, kalıntısı...
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Bu mısralar günümüzde olduğu gibi toplum katmanları arasında oluşan efendi ve hizmetçiler anlayışının aynısıdır. Toplumunu oluşturan kitleler arasındaaki uçurumu büyüyen toplumlar zamanla çatırdamaya ve yine zamanın içinde parçalanarak ya başka toplumları meydana getirmeye ya da yok olmaya mahkumdurlar. Sait Faik'in
tarlaları basan "Deli Çay" ı da bir başkaldırışın doğa diliyle anlatımıdır.
Bir hikayecinin kaleminden bir şiir ne kadar güzel olursa o kadar güzeldir Sait Faik şiiri. İlk ortaya çıkışı itibariyle tepki aldığı ve uyumdan uzak olduğu dile getirilse de yine ilk ortaya çıktığı yıllar itibariyle farklı oluşu itibariyle takip edilen, tercih edilen ve aranılan bir "sıfat üslubu"dur Sait Faik şiiri
Bekir Kale Ahıskalı
1 Şubat 2010
Şiir Tahlilleri- 63 Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
20 Mart 2011
Beklemek
Beklemek
Bir yolcu bekliyorum
Dağın arkasından gelecek
Tebessüm doğuracak
Sözü bal bakışı çiçek
Bir yolcu bekliyorum
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları- 198
Bir yolcu bekliyorum
Dağın arkasından gelecek
Tebessüm doğuracak
Sözü bal bakışı çiçek
Bir yolcu bekliyorum
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları- 198
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)