16 Şubat 2011

Eleştirmen ve yorumcu tanımlamalarım

Tanımlamalarım


Eleştirmen Tanımlamalarım


Tanımlamalarım



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-1

 
Son beş yılı yoğun olmak üzere on bir yıldır eleştiri yazmaktayım. Geriye baktığımda ikiyüze yakın eleştiri yazmışım. On bir yılda yazmış olduğum eleştirilerin elli yedi tanesi bu ortamda olmak üzere yüzden fazlasını çeşitli dergi ve gazetelerde okuyucularla paylaştım.Şiir ve yazı eleştirmenliği, şiir ve yazıyı yazıp yayınlamaya oranla daha fazla donanıp gerektiren bir uğraştır. Eleştirmen her şeyden önce ele aldığı yazı ve şiiri yorumlayacak, tahlil edecek, tashih edebilecek birikime sahip olmalıdır. Bu bağlamda bu tür ortamlarda yapılan eleştiri ve yorumların ne amaçla yapılması gerektiğini, ve yapılanların nasıl bir tasnife tabi tutulabileceğini açıklama gereği duydum.Çünkü kısa veya uzun yapılan her yorumun bir tanımı vardır. Şairlerimiz ve sadece yorum yapan arkadaşlarımızın yaptıkları şeyin hangi tanıma girdiğini bilmelerinde fayda var. Yine yapılan yorumlardan hareketle eleştirileri (ve hatta eleştirmenleri) iki ana sınıfa olarak tanımlamak mümkündür.
 

Kural koyucu eleştiri

Kural koyucu eleştiriler ele aldıkları metin veya şiirin ne olması gerektiğini ifade ederler. Eleştiriyi yapan kişi şiirde şairin ve yazarın ne yazdığından daha çok ne yazması gerektiğini vurgularlar. Kural koyucu eleştirilerin değişim ve yeniliklere kapalı olduğunu söylemek mümkündür. Kesinlikle gerek aruzda, gerek hece ölçüsünde (güzel ifade edilmiş olsa bile) tanımlamaların ve kuralların dışına çıkmayı kabul etmez. Dolayısıyla önlerine sunulan metin veya şiirde öncelikle eksik, gedik aramakla başlarlar. Bu tür eleştiri ve yorumda bulunan kişiler bu ortamlarda işi öğrenmeye çalışan, bu yola yeni çıkan arkadaşlarımızın bu yoldan dönmelerine sebep olan bir davranış şekli sergilerler. Ham meyveye tahammülleri yoktur demek daha doğru olacaktır. İsterler ki önlerine gelen metin veya şiir tüm kural ve ölçülere uyularak hatasız yazılmış olsun. Bu tür eleştirmenler olanın değil olması gerekenin peşindedirler. Yazılan metin veya şiirin barındırdığı ve içinde var olan malzemeyle ilgilenmezler sadece o malzemenin her ne olursa olsun nasıl konulması gerektiğini araştırmakla meşguldürler. Bunu yaparken de çoğu zaman kullanılan malzemenin ya gereksizliğinden yada doldurmaya çalıştıkları açığı doldurmamasından dolayı eksik ve uygunsuzluğundan bahsederler.

Kural koyucu eleştirilerde metnin veya şiirin diğerine göre daha iyi olduğunu savunmak gibi bir hakka sahipsinizdir. Bir edebi anlayışın ve uygulanışın kalitesini iddia edebilirsiniz

Betimleyici (descriptive) eleştiri.

Betimleyici eleştirilerinizde ise bir metnin veya şiirin ne olduğu araştırılır. Şiirde var olanlar göz önüne serilirken hata ve eksiklerin daha yapıcı bir şekilde açıklaması yapılır demeliyim. Metnin ve şiirin incelenmesi varlığıyla olacağından bu metni ve şiiri yazanı Hızlı bir şekilde olmasa da eğitme yolunu tercih etmektir. Eleştirmen şaire kendi şiirinde ne dediğini anlatırken şair yazdığından üçüncü bir kişinin ne gördüğünü daha net görür ve anlar. Kurallarla ilgilenmez çünkü yazılanı tanımlamakla meşguldür. Betimleyici eleştiri ele aldığı metni kendi bağlamı içinde sorgular, metni öncelikle tanımaya çalışır.


Bu iki eleştirinin de kategorilere ayrıldığını savunabilirim. Mesela politik, etik, estetik kuramlar kural koyucu eleştirilere dahil edilmelidir. Edebi ve yorumsamacı kuramlar ise betimleyici eleştirilere karşılık gelir. Tabi bu dediğim kategorize etme şeklide şüphesiz kuramsaldır. Pratikte bu şablonumun sınırlarını zorlayan anlayışlar da mevcuttur.

Ancak bana göre, ötekilerden kesinlikle ayrılan bir başka eleştiri örneği vardır ve bu, keyfî eleştiridir.

 
Nedir keyfî eleştiri?
 
Bu eleştiri türü ele aldığı yapıtı ne kural koyucu bir şekilde ne de betimleyici bir şekilde ele alır. Keyfî eleştiri yöntemini izleyenler, herhangi bir yöntemi izlemek zorunda değildirler, bir metni okurlar ve akıllarına geldiği gibi eleştirirler; şurası olmamış burası neden böyle derken bile, savlarını herhangi bir nedene dayandırmazlar, edebî araçları kullanmazlar, tavsiye de etmezler. Bu tür eleştirmenlerin dilinde sanki , bana öyle geliyor ki, gibi ifadelere çokça rastlanır; ama çok kesin ifadeler de, bu tür eleştirmenlerin başvurduğu otorite araçlarındandır. Ama bu otorite bir eleştirmenin değil bir edebiyatçının (ya da denemecinin) otoritesidir; çünkü bu otoritenin kaynağı, yazarının sezgilerinden başka bir şey değildir.

Yani sizin metin ve şiirlerinizi yorumlayanlar bir metod ve yol izlemeksizin o an ki halet-i ruhiyeleriyle notlar düşerler. Daha çok kırıcı ve reddedici bir tutum izlerler ve olmamış dedikleri şeyin nasıl olması gerektiğini de söyleyecek ya donanımları yoktur ya da işlerini o kadar önemsemezler. Bu tip eleştirmenlerin hedefi şiirden ziyade o an ki duyum ve hissedişinin beyanı ve şairdir.


Siz sanatınızı ne kadar ustalıkla yaparsanız yapın söyleyecekleri bir sözleri vardır. Ben bunları tanımlarken keyfi davranan ve amacı şiiri eleştirmek değil şairi incitmek ve bu acıdan doyum ağlamak olan bu zümrenin edebiyata ve şiire katkısından pek bahsedilemez. Bir katkıları varsa bile bu verdikleri zarardan daha azdır.



Yani şiirlerinizi ve metinlerinizi yorumlayanlar ya kural koyucu gözle bakarlar ya betimleyici gözle bakarlar ya da keyfi bir gözle bakarlar. Bu bakışlarını yorumda dile getirmedikleri için de bunu anlamak şairin kendisine düşer.



Okuyucuyu sıkmamak için bu günlük nokta koyuyorum. Devam edeceğim





Bekir Kale Ahıskalı
 
5 Temmuz 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-1





///





Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-2





Türkiye de edebiyat eleştirisi masum değil. Hatta çoğu zaman aynı kalıp düşüncelerin yazıldığını düşünüyorum. Eleştiriler yapılırken “bizden mi?” sorusunun cevabına göre tutum belirlenip eleştiri yapıldığı kanaatini taşıyorum. Dolayısıyla aynı kesimin, aynı tepkileri veren eleştirmenleri var ediyor. Eleştirmen tarafsız ve önyargılı olamıyor. Hal böyle olunca eleştirilerin zerreleri olan yorumlarda bu dairede şekillenip hayat buluyor.



Şiire heves etmiş, hayatının belirli bir döneminde gönül düşürmüş herkesin çok yakından bileceği bir endişe daha vardır ki: İlk kelime kâğıda geçirildiği andan itibaren aynı kâğıda.sıklıkla başka bir şiirin gölgesi düşer



Şairler etkilenmemek için başka şairleri okumadıklarını bildirseler de ben bunu mantıklı bulmuyorum. Yazılmayanı yazmak istiyorsanız önce yazılanların neler olduğunu okumanız bilmeniz gerekmektedir. Başka şairleri okumak ile onların tesirinde kalmak, esin kaynağı olarak onların esin pınarlarından esinlenmek başkadır. Aynı konumda olanlar yazılanlar ne kadar özgün olursa olsun, yazarında her zaman derin bir tereddüde sebep olan, çok sonra belki hasede çevrilen bu kaygının sonunda nasıl da ıstıraplı bir süreç izlediğini de bilirler. Hatta şiirden sessizce çekilen birçok kişinin asıl çekilme nedeni tam da bu, bir türlü nihayete erdirilememiş endişedir. Başka bir şair veya şiirden etkilendiğini, bir türlü özgün bir dil yakalayamadığını fark eden herkes, yazmaya devam edip sonunda yazdıklarını kendine mal etmeyi başarsa da bu etkilenme endişesi devamlı bir ıstırap olarak varlığını korumaya devam eder.



Okuyucu bir şairin başka bir şairin şiirini okuyup okumamasıyla eleştirmen ve yorumcu tanımlamalarının bağlantısını merak edebilir. Bu iki çark aynı mantıkla dönmelidir. Şair her şiiri okumalı yorumcu da ciddi manada yapılmış eleştiri ve yorumları okuyarak doğru yorum için doğru başlangıcı yapmalıdır. Oysa masumiyeti kaybettiğimiz bir yer de yorum ve yaklaşımlarımızdır. Bu tür ortamlarda yapılan yorumlar cinsiyet, aynı ideoloji, aynı inanç gibi müştereklerin olmasıyla alakalı olmamalıdır.



Eleştiri ve yorum şiirin şekli ve yapısıyla alakalı olmalıdır. Şiirde geçen fikri beğenmemek ve bu beğenmeme doğrultusunda çok güzel işlenmiş bir şiiri kem, kötü, başarısız gibi sözcüklerle tanımlamak ehl-i vicdan işi değildir. Bu daha çok ideolojik körlük, başka düşünceye tahammül edememek ve doğruların sadece kendi doğrularından ibaret olduğunu düşünmekle alakalıdır. Bu noktalardan çıkarak yapılan hiçbir yorum ne şaire, ne Türk şiirine bir şey katmayacağı gibi Edebi Körlük dediğim marazi bir durumu var edecektir.



Sürekli tepki veren ve beğeni reddi bildirilen eleştiriler eleştirmenliğin sulandırılmış halidir. Eleştirmenler taraflı fikir beyan ettikleri sürece yazar ve şairler okuyucuyla oynama yoluna gideceklerdir. İşini iyi yapan bir eleştirmen okuyucuyla oynayan, yazar ve şairi görebilmelidir. “Edebi metin var etmeye çalışan yazar veya şairler ile popülerite kavgasına girişen diğerlerini keskin çizgilerle saflaştırmak gerekir.



Yazı dilinde hangi kelime neye işaret eder veya neyin varlığının delilidir?

Sorusu bizi eleştirmen ve yorumcunun duygu yapısını görmemizi sağlayacaktır.



“Edebiyatçıların sezgileri, Tanrının unutulmuş maceralarıdır” cümlesini kuran bir yazar, şair veya yorumcunun kişiliği de tıpkı bir şiirin dizesi gibi, anlaşılmaya, yorumlanmaya muhtaç.





“Acı, edebiyatçı yapar. “

Sonuna kadar hissedilmiş, hiçbir şeyde sakınılmayan, kabul edilmiş, alımlanmış, sağlam acı cümleleri de Romantik edebiyat anlayışının fazlaca sulandırılmış bir yeniden üretiminden başka bir şey değil.



“Bir edebiyatçının görmediği şey, olmamış demektir” sözü de, edebiyatçıların narsisizmini, bir başka edebiyatçıdan dinlemek gibi bir lüksü bağışlıyor bizlere.



“Bu dünyaya falan şair kadar usta bir şairin geleceğini düşünmüyorum” sözü de yine bir şairin narsizmini başka bir eleştirmen ve yorumcunun tatmin olduğu şeyin en mükemmel olduğunu düşünmekle yetinmeyip bunu başkalarına dayatma şekliyle kabulünden başka bir şey değildir.



Bu tür örneklendirme yöntemini kullanmaktaki amacım tanımlamaların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır.



Gelelim en can alıcı sorunun cevabını aramaya. Yazar, şair ve eleştirmen okuyucuyla nasıl oynar ?



Bu sorunun cevabını verdiğimde yazar, şair ve eleştirmenin dahi okuyucuyla nasıl oynadığını hep beraber göreceğiz









Devam edeceğim…



Bekir K Ahıskalı

5 Temmuz 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-2





///





Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-3





Yazar, şair ve eleştirmen okuyucuyla nasıl oynar ?



Bunun en çarpıcı örneği Elias Canetti’de görülmektedir.



Canetti, Nobel Edebiyat Ödülü nü almış bir yazar, Körleşme adlı romanı hafızalarımızda yer etmiştir. “Kitle ve İktidar” isimli eseri ona kültür tarihçisi gözüyle bakmamı sağlıyorsa da Canetti’nin Edebiyatçılar Üzerine isimli eseri onun eleştirilerinde edebi bir eser var etme gayretinde olduğunu, dolayısıyla objektif bir eleştiride bulunma yerine okuyucusuna edebi bir eser sunmak adına okuyucuyla oynadığını görüyorum. Çünkü Canetti yazarlar ve metinler üzerine kaleme almış olduğu afrodizmalar ve kısa sezgisel değerlendirmelerde bulunmuşsa da bunlar edebiyat eleştirisi için yeterli değildir. Canetti’nin ilgili eserini edebiyat eleştirisi okuma adına elime almıştım ta ki Farslar başlığına gelinceye kadar. Farslarla alakalı baştan savma, basite indirgeyici notlar düştüğünü görünce böylesine bir çapta yazarın neden böyle şeyleri kaleme aldığını düşünmeye başladım. Eseri yeniden okumaya başladığımda Canetti’nin okuyucuyla oynadığının farkına vardım.



Şöyle söylüyor Canetti: Bunlarda daha çok hayvanlardan ve delikanlılardan söz edilir. Yazıları daha karmaşık, coşkuları daha dünyevidir; benzetmelerinde sanki aşk nefesi gibi bir sıcaklık, aynı zamanda da günlük hayattaki gibi biraz sınırlılık vardır. Manastır hayatının o saf havası onlarda eksiktir. Becerikli olduklarını, çok sustuklarını ve uzun suskunluktan sonra tutkuyla konuştuklarını hissedersiniz. Bilgedirler, ama üslupları şiddetlidir. Dilleri dolaşır, ama harika konuşurlar. Biraz cambazdırlar . Genelde mistiklere şair gözüyle bakılmaz; ama Farslarınkiler istisna.





Bu satırlardan anlaşılan bir şey varsa, o da Canetti nin Fars edebiyatından pek bir şey anlamadığı. Fars edebiyatı hakkında okurun zihninde anlaşılmaz bir imge bırakıyor o kadar. Hayvanlardan ve delikanlılardan söz eden mistik, bilgelik, cambazlık ürünü, manastır hayatının saf havasından mahrum, yazarları tutkuyla konuşan, üslubu şiddetli bir edebiyattır diyor.



Canetti, ne Fars edebiyatının konuları, üslubu hakkında bilgi veriyor ne de bu edebiyat hakkında yargı cümleleri kuruyor. Bu satırları okuyan biri, Fars edebiyatı hakkında hiçbir fikir edinemeyecektir.



Bu durum Canetti’nin yazma güdüsüyle alakalı bir durumdur. Eleştirmenler eğer metin ve şiir eleştirilerinde kişisel deneyimlerini yansıtıyorlarsa bunu adı eleştirmenlik değil yazma güdüsüne engel olamayıp eleştiri adı altında okuyucuya sunmaktır ki o tür eleştiri yazıları bir okur için herhangi bir yazıyı okumak ve anlamak ne ise bu tür yazılarda aynı hükümdedir. Canetti edebiyat eleştirmeninin sahip olması gereken nesnelliğe değer vermeden bir yapıt beyninde nasıl yer etmişse öyle aktarıyor. Bu bir anının hatırlanıldığı gibi bir başkasına aktarılmasından farksızdır. Bu duruma Türk edebiyatında da sıkça rastlarız.



Eleştirmen üslubunda nesnel olmalıdır. Edebi metinler üzerine edebi bir metin veya yorum üretmek okuyucuyla oynamaktan başka bir şey değildir. Bu tür eleştirmen ve yorumcular eleştirmen kılığına bürünmüş edebi metin yazarlarıdır.



Edebiyat eleştirisi gözlem yapar, ölçer, tahminde bulunur, karşılaştırır ve değerlendirir. Ya takdir yada tiksinmek şeklinde yaklaşımlar ne eleştiri ne de yorum sınıfına dahil edilemezler. Bunlar sadece okuyucuyla oynayan edebiyatçılar, şairler, söz cambazlarıdır.





Hangi yapıtın niçin önemli olduğu konusunda nesnel görüşler üretemez, bir yapıtın edebî gücünü, metinden yola çıkarak tartışmazsanız, edebiyat eleştirisinin kendi araçları olduğunu unutur; o araçları unuttukça, ve edebî terimlerle yapılan eleştiri dışındaki disiplinlerden medet umdukça, üzerinde çalıştığınız nesnenin kendi içinden gelen değerini kaybettiğinizin farkına bile varamazsınız.





Peki ! Bravo… Harika… Mükemmel… Kalemine sağlık…gibi klişe benzetme, övgü ve yergilerin şair ve şiire katkısı nedir?



Devam edeceğim.



Bekir K Ahıskalı

5 Temmuz 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-3





///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-4

Yazar Bekir K. Ahıskalı

14 07 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-4





Popüler e-yazı ve şiirlerde sizin yazı ve şiirinizin altına not düşen birisinin yazı ve şiirini okumak araştırmak hem insanoğlunun merak denilen bastırılması zor bir duygusunun tatminidir. İlgili kişinin yazı veya şiirlerinin altına not düşmek memnuniyetini beyan etmek nezakettir. Bunu yaparken dengeyi iyi kurmalı abartılı ifadeler kullanılmaktan kaçınılmalıdır. Dolayısıyla bahsettiğimiz klişe ifadeleri kullanmadan okunan metinden anlayabildiği kadarına (betimleyici eleştiri ve yorum) anlatabildiği kadar bir şeyler yazmak ve ifade etmek bu ortamlar için (yanlış anlaşılmasın) bir ihtiyaçtır.





Ancak meselenin bir de başka bir boyutunu gözler önüne sermek istiyorum. Abartılı ifadeler kullanarak bayraklaştırdığınız bir şiirde olabilecek edebi üslup fakirliği, yazım hatası, esinlenme, yamama, aşırma gibi hallerin olması durumunda böyle bir beyanda bulunan eleştirmen, yorumcu, şair veya okuyucu şiir ve eleştiriden anlayanların gözünde değer kaybedeceğini de iyi hesaplamalıdır.





Şiirler gibi yorum ve eleştirileri de ciddi ve layıkıyla yapmak yeni eleştirmenlerin doğmasına neden olacaktır. Bu sebeple her şiir ve eleştiriyi okumaktan kaçınmamalı ve üzerine üzerine gidilmelidir.





Şairlerin taşıdıkları “etkilenme endişesi” yerinde bir endişe midir? Yoksa bu durumu başka bir tanımlamaya dahil edebilir miyiz?





Edebiyat teorisi alanında, tartışmalara rağmen parmakla gösterilen bir isim olan Harold Bloom Etkilenme Endişesi isimli eserinde bu sorunun cevabını veriyor.

Bana göre de Bloom ilgili eserinde sanatçı ve selefleri arasındaki ilişkiye öylesine odaklanmıştır ki ben bu ilişkiyi Freud ‘un “ödipal kompleks“ tanımlamasına dahil ediyorum.





Bloom Etkilenme Endişesi’nde şiir tarihinin şiirsel etkilenmeden ayrı tutulamayacağını ön kabulüyle yola çıkmıştır. Bana göre bu etkilenme endişesi hayali bir uzamdan başka bir şey değildir. Çömezin ustadan bir şey aşırması, esinlenmesi dolaylı veya dolaysız, intihal ve esinlenme olarak görülmemelidir. (Bu konuda bizler daha esnek düşünmek zorundayız.) Çünkü tevarüs edilen bu bilincin şiirin içinde hangi unsurlarla temsil edildiği, nasıl bir çatışma meydana getirdiği, sözü edilen metnin belirtilen endişelerden kurtarılmak için ne tür strateji izlediği de önemlidir.





Etkilenme endişesi taşıyan şair bu duygusunu revize edebilir mi? Revize edebilmek için hangi yollara başvurur?





Devam edeceğim.







Bekir K Ahıskalı

5 Temmuz 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-4





///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-5





Etkilenme endişesi taşıyan şair bu duygusunu revize edebilir mi? Revize edebilmek için hangi yollara başvurur?





Bunun onlarca yöntemi olabilir.



a- Bir şairin yanlış okunması etkilenmeyi başka mecralara taşıyacaktır.



b- Okunan şairin duygularını tamamlama yahut o şaire karşı antitez (evet bu da bir etkilenme yöntemidir. Bir duygu veya düşüncenin varlığını kabul etmek veya etmemek durumunda ona karşı bir tez geliştirmek etkilenme yöntemidir)





c- Takipçi ve şairin izinden gidenle sürekliliği koparmayı amaçlayan etkilenmeler etkilenme yaklaşımları



d- Etkilendiği veya etkilenebileceği şaire tepki olarak kişiselleşme tavır ve hareketinin neticesi olan üstada ulaşma hareketi





e- Yalnızlık durumuna ulaşmayı amaçlayan kendini arındırma hareketi



f- Bunca revize çabasına rağmen etkilendiği şairin şiirine açık tutma çaba ve hareketi





g- Üstadına karşı daha güçlü olabilmek için kendini etkilenmeye açık tutma çaba ve hareketi



Bütün bu saydıklarım bir şairin başka bir şairden etkilenme endişesini alt etme süreçleri gibi gözükse de zaman zaman kutsal metinlerden, efsanelerden, mitolojiden taşınan hikaye ve kahramanlar şiirin içine taşınan endişe gibi de algılanabilir. Şiire dışarıdan taşınan bu unsurlardan hangi benzetmelerin yeni, hangilerinin klişe olduğunu anlamak için etkilenme endişesi taşımadan okumayı gerektirir. İster edebi yaklaşım ve eleştiriler olsun isterse şiirsel ifadeler olsun evveliyatları bilinmeden eski-yeni tanımlamasına tabi tutulamazlar. Mesela Tahir-ül Mevlevî’nin Edebiyat Lügatı’nı okumayanlar yeni bir lügat var etme çabasına giriştiklerinde eskinin varlığını/yokluğunu nasıl anlayacaklar?



Bloom bütün bu süreçleri titizlikle ele almasına ve tanımlamasına rağmen kendisinin de yanlış anlaşıldığı zamanlar olmuştur. Semih Gümüş’ün Radikal Kitap’taki yazısında Etkilenme Endişesi ile ilgili Bloom’un Shakespare ile ilgili iddialı sözlerine öfkelendiğinden kitabın temel derdini gözden kaçırmış ve Bloom’u yanlış anladığını dahi anlamamıştır.



Bana göre şairler kendilerinden önce gelen güçlü şairlerin etkisinde kalır ve onların gölgesinde yaşarlar. Bu sebeple bir şiir bir önceki şiirden etkilenme endişesinden kurtulma çabası olarak okunabilir. Burada sözü edilen durum bireysel bir etkilenmen, kaygıdan çok daha başka bir şeydir. İyi yada kötü şiirden etkilenen şair bir başla sesi ödünç almış demektir



Eliot, “ İyi şairler çalar, kötü şairlerse etkilendiğini, başka bir sesi ödünç aldığını belli eder” der. Ben Eliot’un bu düşüncesine katılmıyorum. Bloom’un yaklaşımları daha mantıklı ve aklıma yatkın geliyor.





Bloom Çalma eylemine de gönül düşürmüyor. Uzaktan yakından taklit etme mekanizmasıyla ilgili değil. Eleştirmen, şairin kendisiyle de ilgili değil. Birçok önemli şiirin bu duyguyu alt edebilmek için ne tür yollar denediğine; bu yollarda şiirin hangi süreçleri takip ettiğine; adına “güçlü şiir” dediğimiz şiirin giderek nasıl bir endişeye odaklanmış olduğuna; güçsüzlükleri kadar güçlü oldukları anları da aslında bu endişeden aldıklarına dair epey özgün bir önermede bulunuyor.





Devam edeceğim







Bekir K Ahıskalı

5 Temmuz 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-5



///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-6







Şimdiye kadak kaleme aldığım beş bölümde eleştirmen ve yorumcu tanımlamaları üzerinde durmaya çalıştım. Yine de bütün bu kişi ve tipleri anlayabilmek için Jonathan Culler ve Terry Eagleton a değinmeden edemeyeceğim.







Jonathan Culler’ın Literary Theory okumamak veya okumamış olmak bu konuda ciddi eksikliklerin olduğu anlamına gelir. Eğer eleştirmenlik veya yorumculuk yapıyorsanız yaptığınızın hangi tanımlama veya kuram olduğunu da bilmek zorundasınız. Nasıl ki eleştirileri sınıflandırırken Kuralcı, betimleyici ve gelişi güzel (o anlık his ve düşüncelere göre) diye sınıflandırdık öyle de detaylandırdığımız bu düşüncenin kuramsal boyutunu da sınıflandırarak çözümleme yoluna gitmeliyiz.



Bütün bu kuramsal yaklaşımların farklılığını gördükçe kendime şu soruyu sormadan edemiyorum







Kuram hakkında uzmanlaşmak mümkün mü?







Bu soruyu cevaplayabilmek için kuramın da tanımlanması gereği vardır.







O zaman Kuram nedir? diye başlamalıyız. Culler, bu soruya yalın yanıtlar vermeye çalışıyor. Ona göre bir kuram, sağduyunun bir eleştirisi ve alternatif kavram üretme çabasıdır. Öte yandan herhangi bir kuramın doğrudan belirli bir alana yönelmiş olmadığını, disiplinlerarasılığın kuramların temel niteliklerinden biri olduğunu da ekliyor







Bu anlamda Culler, bir yazın kuramından ya da başka herhangi bir şeyin kuramından söz edemeyeceğimizi, kuramı, bize uyguladığımız alanda yapma imkanı veren yapılar olarak görmemiz gerektiğini öne sürmektedir. Dolayısıyla kuram, düşünce üstüne düşünce üretme, nesnelerden anlam çıkarmaya dayalı ve çeşitli alanlardaki düzensiz uygulamalarda kullandığımız kategorileri sorgulamamızı sağlayan yapılar olarak tanımlanabilir diyor. Ancak şunu da ekliyor Culler: Kuram, içerimlerinin genişliği, özellikle 20. yüzyıl içinde bir yığın hâlinde gelişmesi nedeniyle göz korkutucudur. Kuramlar sürekli yeniden güncellenmekte, kuram hakkında uzmanlaşmak neredeyse imkânsız hâle gelmektedir. Kuram hakkında uzmanlaşılamaz, ama kuram çalışan biri eskisi gibi de değildir artık. Bu huzursuz edici durum kuramın size vaat ettikleriyle sizden alıp götürdükleri arasında bir seçim yapmanızı gerekli kılabilir. Bütün bu konuları ele aldığı eseri Literary Theory adlı eserini okuduğumda çok şeyler kazanmakla birlikte farklı düşündüğümüz durumların da olduğunun farkına vardım. Bana göre kuram düşünce üzerine düşünce üretmek şeklinde tanımlanmasına karşın üretilen bu düşüncelerin illa da farklı veya bir önceki düşünceyi çürütmesi gerekmiyor şeklinde açıklayabiliyordum. Bazı durumlarda ona katılmam mümkün değildi. Çünkü Culler’ın Amerikan yapısalcılığı içindeki yeri, Structuralist Poetics (1975) ve Ferdinand De Saussure (1976) kitaplarıyla pekişmiş olsa da ( bu eserler 1975-1976 arihlidirler) The Pursuit Of Signs (1981) ve On Deconstruction (1983) başlıklı yapıtlarıyla da yapısökümcü ekolün önemli figürlerinden biri olarak anılagelmiştir. Bu bağlamda Culler’ın bir edebiyat eleştirmeni ya da bir kültür tarihçisi olarak uğraştığı sorunsalların içerimleriyle ilişkili bir özet aslında. Başka deyişle Culler bu kitabında ekoller üzerine tartışmaktan ziyade kuram , kültürel çalışmalar , anlam ve yorum , şiir dili ve benzeri konularda oldukça anlaşılır bir üslupla akıl yürütüyor. Dolayısıyla şiir ve yazı ile ciddi manada uğraşan her kişi bunları okumalı. Bunları okuyan kişi bir kere yazının doğasını öğrenecektir. Mesela Yazının Doğası başlıklı bölümünde Türkiye de şiir dili , reklam dili ve metinlerarasılık üzerine yürütülen tartışmalara katkı sağlayabilir. Bu bölümdeki tespitlerden ilki, ve belki de en önemlisi dil in ön plana çıktığı metin lerle ilişkili olanıdır. Culler burada öne sürdüğü bir savın kaynağını Structuralist Poetics başlıklı yapıtında Robert Graves e atfetmiş. Bu sav, düzyazı okunurken, okunan şeyin dinlenmediği , oysa şiir okunurken, okunan şeyin dinlendiği üzerine kuruludur: Standart düzyazı okurken dinlemezsiniz. Bu tümcenin ritmi okuyucunun kulağını tırmalayan türden değildir; ama bir uyak aniden belirecek olsa ritim duyu[lacak] bir şey hâline gelecektir . Kitabın Dilin Bütünleşmesi Olarak Yazın başlıklı bölümünde ise, mesajın söylenen şeyin anlamında değil, bileşenlerinde olmasına ilişkindir.







Cullar’ın düşüncelerinden sonra Terry Eagleton’un yaklaşımını ve bakış açısını sunmak istiyorum ki bu iki bakış açısı eleştirmen ve yorumcular için fevkalade faydalı olabilecek bilgiler taşımaktadır.







Terry Eagleton’un Bir Şiir Nasıl Okunur? (How to Read A Poem) isimli yazı disinin başlangıcı olan soruyla bu konuya giriş yapmak istiyorum.







Bir Şiir Nasıl Okunur?





devam edeceğim















Bekir K Ahıskalı



5 Temmuz 2009



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-6





///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-7



Bir Şiir Nasıl Okunur?



Bir şiiri okumaya başlayan kişi ilk önce unvan ve mesleğini bir kenara bıraktıktan sonra baştan sona okumalı empati yaparak şairin neyi? Nasıl? Anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışmak durumundadır. Aksi taktirde şiir şairin anlatmak istediğinden daha eksik anlaşılacak ve kural koyucu ve betimleyici eleştirmen ve yorumcu penceresinden nasıl okunuyor ve anlaşılıyorsa öyle yansıtılacaktır.



Günümüz şiir ve edebiyat dünyasını (gelişen teknoloji ile birlikte sanal kütüphane imkanlarının verdiği kolaylıkları da dikkate alarak söylüyorum)

Uğraşı için, eğlence için, tatmin için ve kendini ifade için olmak üzere birkaç sınıfa ayırmak istiyorum. Özellikle altyapısı olmadan bu işe zaman ayıranlar bir hayli artmakla birlikte gençlere yeterince aktarımı yapamadıkları için bir nesil yarım ve eksik bilgilerle donatılıyor. Kültür ve edebiyat siteleri adı altında hayata geçirilen ve bir çoğu hem sahipleri itibariyle hem de kullanıcıları itibariyle kendisi gibi düşünen kalabalıklardan müteşekkil ortamların var ettiği şaircik ve taraftar kitlesiyle şiirin gelecek adına kaderini belirlemek ve bu konuda ümitvar olmak yanlış olacağı kanaatindeyim. Her şeye rağmen bu ortamların da sahipsiz bırakılmaması gerektiği düşüncesini taşıyan bu işe gönül vermiş popülerite ve sanal itibar derdinde olmayan gönül erlerinin de varlığının bilinmesi gerekmektedir.



Şiir yazmak gönül, eğilim, zevk ve kendini ifade etmek veya etmeye çalışmak işi olsa da şiiri okumak eleştirmek, yorumlamak bilgi ve donanım gerektirmektedir. Daha yalın ve örnekleme ile açıklayacak olursak bir yemeği yemek onu yemekten haz etmek kişinin damak zevkiyle alakalı olsa da onu yapanın eksiklerini veya fazlalarını beyan etmek için yemek yeme kültüründen ziyade yemek yapma kültürünün olması gerekmektedir. Yemek yeme kültürü olanın fikir beyan etmesi benim için yemekle alakalı fikir beyanından ziyade kendi öz damağıyla alakalı durum beyanından öteye gitmeyecektir.



Bu yazı dizimde eleştirmen ve yorumcu tanımlamalarını ele aldığım için şiirleri eleştirilen, yorumlanan şairlerden özellikle ricam yorumu ve eleştiriyi yapan kişinin işinin ehli olup olmadığına, şiir bilgisine vakıf olup olmadığına dikkat ederek kendilerine çeki düzen vermeleridir. Aksi taktirde kendisine yapılan yorum ve eleştiriler yanlış yol gösteren yol tabelalarından öteye gitmeyecektir. Yine bu konuda edebiyat ve kültür sitesi sahip ve yöneticilerine düşen bir görev vardır ki o ortamlarda Şiir eleştirmen ve yorumcuları yetiştirmek onlara yarı bir bölüm meydana getirmek ve normal fikrini beyan edenlerden öte şiirin ne olması gerektiğini ve okudukları şiirin ne olduğunu anlatan, eleştiren ve yorumlayan şairler üst kimlikli ehil insanlar yetiştirmek. Her edebiyat sitesi Şiir Tahlilleri bölümü oluşturarak var edilenlerin şiir mi ? yoksa başka bir şey mi? Olduklarını beyan edecek yazılımları ve bu yazılımlarda ehil olan insanların istihdamını yapmak zorundadırlar.



Bütün bu açıklama ve bakışlardan sonra Bir şiir nasıl okunur? Sorusunun cevabına geçmek istiyorum.



Bu konuda aklıma ilk gelen Terry Eagleton’un How to Read A Poem (Bir Şiir Nasıl Okunur?) yazı dizisinden kitaba çevirdiği eseridir. İlgili kitapta örnekleriyle açıklanan ve hayli doyurucu olan bölümler mevcut.



Şiirlerde kullanılan dil (söz-eylem kavramından yola çıkarak ifade ediyorum) yalnızca gözlemleyici değil aynı zamanda gerçekleştiricidir de. Yani dil, sadece dünyayı betimlemez, aynı zamanda dünyaya eklemeler yapmak suretiyle onu şekillendirir.



Bu bağlamda dili gözlemleyici ve gerçekleştirici olarak kullanan şairle birlikte belli bir düzeydeki duyarlıklı şiir okurunun benim indimde yadsınamaz bir kıymeti vardır. Çünkü insanların çok azının yapabildiği bir uğraşa, okuma uğraşına meyletmiş ve bunu algılanması, tadına varılması güç olan bir tür (şiir) üzerinde yoğunlaştırmıştır.



Bahsimize konu okur, uğraşını daha ileri bir merhaleye vardırıp okudukları üzerinde düşünmeye, düşüncelerini yazı yoluyla başkalarıyla paylaşmaya başlayınca önemi bir kat daha artar kuşkusuz. Çünkü, şiir üzerine yazmak, sanıldığından da güç bir iştir. Yazanların bildiği üzere, şiir üzerine söz söylemek, geniş bir birikim (şiir ve terim bilgisi, kuramsal bilgi), sürekli yenilenen derinlikli bakış açıları ve ihtiyat gerektirir. Bir şey daha gerekir şiir üzerine yazmak için; sevgi. Bu sayılanlardan biri veya birkaçı eksikse, yazdıklarınız, sizin dışınızdakilere kolay kolay ulaşmaz, ilgili koyaklarda yankılanacak bir ses bırakmaz. Dahası, bu çaba şiirin ele avuca sığmaz doğasına egemen olma, bir bakıma onu kendinizce uysallaştırıp evcilleştirme, okurun gözü önünde öğelerine ayırıp gene okurun tanıklığında yeni baştan oluşturma iddiası taşıyorsa çetin bir sınava dönüşür.





Bunu yapan, yapabilen eleştirmen, yorumlayıcı veya okuyucu simge ile sembol, imge ile simge’nin farklarını bilmeyen ve bunları ayrıştıramayanlar bu işi yapabilir mi?





Bekir K Ahıskalı

Eylül 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-7

///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-8



Simge ve sembol



Şiir eleştirisine kalkışan kimsenin yapacağı ilk iş, elinden geldiğince şairin duyarlık düzeyine yakın bir konum edinmek, oradan sezgi, çağrışım andırışma vb. yollara başvurarak varacağı yargıları, gerektiğinde kanıtlayıcı örneklerle destekleyerek tutarlı bir biçimde sunmaktır. Ne eksik ne fazla olmamalıdır. Yoksa eleştirmen şiire, şaire yüklediği ödevle, işlevle iyice tehlikeli bir mecraya girer ki eleştirmen bu durumda kendini haklı çıkarma adına yanlış tanımlamalar ve saptamalar yaparak şiiri ve dolayısıyla şairi zemmetmek noktasına bile varabilir. . Örneğin yazar, şairin amaçlarından birinin de toplumu eğitmek, aydınlatmak olduğunu söylemek bu türden bir iddiada bulunmak, daha baştan, şiire dar bir çerçeve çizmek, ona yapısının çok da müsait olmadığı görevler yüklemek, onu toplumculuğa angaje etmek demek olacaktır. Ayrıca, böyle bir yaklaşımla şiire baktığınızda, çözüm yolları arama, insanları belirli doğrultulara yönlendirme çabasına girişmez gerekçesiyle şaire olmadık bir yükümlülük yüklersiniz. Okumuş olduğumuz eleştirmen ve yorumcuların yanılgılarında biri de satır

aralarında ima yollu söyledikleri sözlerde ortaya çıkar ki, yazarın şiiri sosyalist devrimcinin adeta halk kitlelerini avlamak için kullanacağı bir yem olarak görmek ve göstermekten öte bir amaç taşımamaktadırlar.





Şiir bilgisinde de eksiklikleri olanlar eleştiri ve yorum yazmamalıdırlar. Örneğin, bazı eleştirmen, yorumcu ve hatta okuyucu nazarında imge ile simge aynı şeydir. Bu yargıya varmak için eleştirmen ve yorumcuların genellikle uzak çağrışımlı imgeler/simgeler kullanan şair ifadesi gibi bir ifade kullanmaları bile kâfidir. Bu hususta kurdukları her cümle, başlı başına bir yazıyı, ayrı bir tartışmayı gerektirir ki bu da şiir ve yazı adına hem talihsizlik hem de karmaşa demektir.



Sözgelimi şu ifadeye bakalım: her imgenin asıl anlamından başka göreli ve mecazi anlamından da yararlanmakta. İmgenin asıl anlamıyla kastedilen nedir? Bir söz imge katına yükselmişse, yer aldığı dize içinde okurda neyi çağrıştırıyorsa anlamı odur. İmge sembolizmi gibi ne anlama geldiğini izahta güçlük çektiğimiz karmaşık tabirlerle birlikte imgelerin sembolik olanları çift anlamlıdır ya da imgeler sözlük anlamlarıyla olayları, durumları, nesneleri; sembolik anlamlarıyla şairin dünya görüşünü verirler türünden yargı cümleleri, eleştirmen ve yorumcuların imge konusunda bilgilerinin eksik ve kafalarının karışık olduğu manasına gelmektedir. Gerçi, bu hususta kafası karışık olanlar sadece günümüz eleştirmenleri değillerdir İşin tuhafı vahimi bu ifadeler, Nâzım Hikmet in 835 Satır kitabındaki şiirler açıklanırken kullanılmıştır hatta, Tanpınar’ ın kısıtlı imge dağarcığı da vurgulanmıştır.



Simge, kısaca toplumsal bellekte neredeyse anlamı değişmez, o topluma özgü karşılığı olan işaret, söz anlamına gelir. Bir kelimenin sembolleşmesi birdenbire olmaz. Bir toplumun hafızası mesabesinde olan tarihî akış içinde (yüz)yılları bulur. İmge ise bir kelimenin veya kelimeler grubunun, belirtme, gösterme ve adlandırma gücüne /yeteneğine göre geçici anlamlarda kullanılmasıdır. Bir simge, hemen her okuyucu ve dinleyicide neredeyse aynı anlamla karşılık bulur, aynı çağrışımı yapar. İmgenin ise kalıcı ve değişmez bir anlamı yoktur. İmge katına yükselen kelime veya kelimeler, içinde bulunduğu bağlama ve bağdaştırmalara göre her bir okuyucu ve dinleyicide farklı çağrışımlar uyandırabilir. Dahası bu çoklu çağrışımlar şiir için bir zenginlik sayılır ve şairin başarı hanesine kaydedilir.





Eleştirmenler incelemelerine konu edindikleri şiir kitaplarındaki metinleri çözümlemek, yorumlamak yerine açıklama yolunu tercih ediyorlar ki bu çeşit bir ameliye iyi bir şiirin hemen hemen ölümü demektir. Şiirin açıklaması yapılmamalı kanaatini taşıyorum. Hatta belirleme şiir incelemesinde pek yer almamalıdır. Bunlar yapıldığı zaman örneğin bir şiirde izahat ve belirleme olduğu zaman bu şiiri karşıt görüşlü birinin okuma ya da beğenme şansı olmayacaktır. Bu da şiir okuyucusunu kutuplaştırmak anlamına gelecektir. Oysa ki Afşar Timuçin’in Ağıt şiirinde geçen ölen bir çocuğun anlatıldığı hikaye açıklanma yoluna gidilirse imgelerin değişik anlamları araştırıldığında, çocuğun öldürülen bir devrimci genç olduğu anlatılmaya kalkılırsa o güzelim Ağıt şiiri perişan edilmiş olur ki böyle bir açıklamadan sonra, şiiri devrimci olmayan birinin okuma ya da beğenme şansı olmayacaktır.



Devam edeceğim





Bekir K Ahıskalı

Eylül 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-8



///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-9







Vakitlilik ve Geçlik kavramlarına başlamadan önce yapılan tespitlerin sadece doğru yanlış kusur olarak mı tanımlanmaları gerektiği yoksa bir başka tanım daha getirilebilir mi bunu açıklamak istiyorum.



Her alanda olduğu gibi eleştirmenlik ve hatta yorumculukta evrensel doğru denilen keskin çizgilerle sınırlandırılmış tanımlamalar vardır. Yanlış için aynı şeyi söylemek istemiyorum ama genel tanımlamalar itibariyle yanlış kavramının da sınırları mevcuttur. Bunların dışında yapılanların veya eksik yapılanların ise kusur tanımına dahil edildiğini biliyoruz. Peki bu kesin ve kalın çizgilerin dışına çıkmamak gerektiğini düşünecek olursak bir sanat türünün yeniliğinin gerçekleştirildiğini görmek nasıl mümkün olacaktır. O zaman bu kesin çizgilerin olabildiğince esnetilmesi ve farklı yapılanların kusur tanımından (en azından bazılarının) çıkarılıp yenilik ve akım tanımına dahil edilmesi gerekmez mi?



Bu bağlamda vakitlilik ve geçlik kavramlarına bir yenisini daha ekleyip erkenlik kavramı eklemek gerekir mi?



Bana göre erkenlik kavramı yenilik ve yeni oluşum tanımının içine sokulması gerekir. Vakitlilikse devrinde zamanında ve toplumun haz ve beğenisi adına yapılmış sanat icrasıdır. Bu da sınırları zorlayarak erkenlik tanımlamasına yakın bir çizgide seyretmediği sürece geçlik kavramına yakın bir tanımlamaya tabi tutulacaktır. O zaman vakitlilik devrin idrak ve izanının en üst seviyesine hitap etmek, geçlikse toplumun izan ve idrakinin doyuma ulaştığı bir alanda sıradanlıkları icra etmek manasına geleceğinden daima erkenlikle vakitlilik arasında bir yerde seyahat etmek zorundadır. Bu tanımlamalar icracılar yönüyledir.



Eleştirmenleri bu tanımlamalar sokmamız mümkün değildir. Sanat ve yapıt kendi devrini aşıp gelecek nesillere hitap edecek şekilde olmadıktan sonra önemini yitireceğinden eleştirmenler inceledikleri, irdeledikleri, eleştirdikleri yapıtları değerlendirirlerken o sanatın kendi devrindeki durumunuda dikkate alarak esnek davranmalıdırlar. Baş yapıtlar devrin ve toplumların o baskıcı engelleyici ve öğütücü çarkları geçip gelebildiklerinden bu tanımlamalar baş yapıtlar için yapılamazsa da her sanat eserinin, her yapıtın kendi devrine göre ve emsallerine göre bir kıymet-i harbiyesi vardır.



Devrin özellikleri dikkate alınmadan eleştirilen yapıtların eleştirileri eksik kalacaktır. Bütün bunları dikkate alacak olan eleştirmenler ikna edici ve belagatli olmak zorundadırlar. Geç Dönem Üslubu (spatstil) diye tanımlayabileceğimiz bir evre daha vardır ki sanatı icra eden devrinin son dönemlerine ait eserler vermesi olmakla birlikte devrinin ötesine geçmek diyecek olursak aklımıza “yaş ilerledikçe bilgelik artar mı?” sorusu gelecektir. Bu soruyu kendime kaç kez sorduğumu hatırlamıyorum. Artan bilgelik aynı zamanda kesin kanaat ve sınırlar getirmez mi? Bu sorunun kendi indimdeki cevabı evettir. Hem icra edilen türde kesin kanaat ve çizgiler meydana getirecektir hem de icra edilenin yanlış ve kusurlu olduğuna dair. Yani yaş ilerledikle illa da uzlaşma ve çözüm gelmez. Uzlaşmazlık, güçlük ve çözüme ulaşmayan bir çelişki şeklinde ortaya çıkan sanatsal geçlik örnekleri. Bana göre de o çok parçalı ve her konuda söz söyleyen külliyatıyla Adornu başlı başına bir geç dönem figürüdür. (Edward Said’de bunu ifade eder). Çünkü Adorno zamanın benimsememiş onun ruhuyla savaşmış ve asla uyuşmamıştır.

Aynı şekilde, Richard Strauss içinde bunu söyleyebiliriz. Onu denetimsiz ve zamanının itibar gören ekollerinden hiçbirine dahil edilemez yanlarıyla geç dönem gelenekçiliğinde bulur. Mozart’ın yazdığı son operalardan biri olan Cosi fan tutte’ı da (Bütün Kadınlar Bunu Yapar, ölümünden bir yıl önce yapmıştır) bütün yüzeyselliğinin ve şımarıklığının altında, kesin bir şekilde çizilmiş sınırlarını aşmadan krizdeki toplumun yozlaşmasına ışık tutan bir geç dönem rahatsızlığının ürünüdür.



Bana göre geç dönem olgunluk ve dinginliğin değil, tekinsizlik ve uzlaştırılamazlığın üslubudur. Tamamlanmış ve vaktinde yayımlanmış bir Geç Dönem Üslubu’nun aynı çekiciliği ve ironiyi taşıyacağını iddia edemeyiz. Bu geç dönem eserlerinin hemen hepsi sonradan yayınlanmışlardır. Türk edebiyatı özelinde düşünürsek; Yahya Kemal, Aldülhak Şinasi Hisar, Nazım Hikmet, Oğuz Atay gibi bir çok yapıt ve şair ve yazar geç dönem üslubunun çekiciliğinde değerlendirilebilir.



Yapısalcı ve dilbilim’in argümanlarını birbirine karıştıran eleştirmenler ile devam edeceğim.


Bekir K Ahıskalı
Eylül 2009

Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-9



///



Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-10 (SON)


Eleştirmenler yapısalcı ve dilbilim’in temel argümanlarını birbirlerine karıştırmamalıdırlar. Eleştirideki temel yaklaşım, gösterge dizgesinde gösterenle (signifier, işaret eden) gösterilen (signified, işaret edilen’ im) arasında herhangi bir nedenlilik bağı kurulamazken; simgede, gösterenle gösterilen arasındaki ilişki bir benzeşimi, bir nedeni esas alır. Buna göre, gösterge (dolayısıyla sözcük) ile simge aynı değil, ayrı ayrı kavramlardır.



Dilbilimin iki önemli kurucusundan biri olan Saussure’ın yaklaşımı ve temel kavramları Avrupa merkezli çevrelerde neredeyse tamamen kabul edilmiştir. Bu kavrayışa göre dilbilimsel mantık bellidir: Gösterge olan sözcüklerde bu ilişki nedensizliğe, simgede benzeşime dayandığına göre, benim sözcüklere ayrıca simge demem, buradan kalkarak da şiir dilinin “simge dilini parçalamak” esasına dayandığını ileri sürmem temel bir yanlışlık sayılmalıdır. Kesin kanatlara dayanan dar anlayış burada devreye giriyor.



Simge-gösterge ilişkisi böyledir; sözcükler, simge değildir, simge kavramın dışında yer alırlar. Ama tek ve kesin doğru bu mudur? Dilbilim gibi alanlarda böylesine kesin sınırlar var mıdır; yalnız bir bakış açısına göre “doğru” ya da “yanlış”, “kusur” ya da “hata” tayininde bulunulmamalıdır. Deneyselliğe dayalı -tartışmaya tamamen kapalı bile olmayan bilgilerle dilbilim alanının bilgileri aynı türden bilgiler deildirler. Saussure’ya, bu ünlü dilbilimciye dayanarak açıklayacak olursak 20 yüzyılın Avrupa dilbilimi, giderek de göstergebilimi gösterge-simge kavramlarını ve ilişkilerini gerçekten de böyle açıklamıştır.



Roland Barthes’a göre: “Anlam aktarıcı bağıntıyı belirtmek için Saussure, bir nedenlilik düşüncesi içerdiğinde simge’yi hemen bir yana itip bir gösteren ile bir gösterilenin (bir kâğıdın ön yüzüyle arka yüzü gibi) ya da bir işitim imgesiyle bir kavramın birleşimi olarak tanımladığı göstergeyi benimsemiştir. Saussure’ün gösteren ve gösterilen sözcüklerini bulmasına kadar, gösterge (…) anlamı belirsiz bir terim olarak kaldı.” Demek ki simge tartışması o zamanın Avrupa’sında da varmış.. Daha önce de Hegel, bu kavramı benzerlik ilişkisine dayandırmaktaydı.



Böyle konularda tartışmalar elbette kolay kolay bitmez. Uzlaşma tam sağlandı sanılırken yeni bir anlayış çıkar; kavramların dayanakları, sınırları, kaplam ve içlemleri kurcalanmaya başlanır. Çünkü dilbilimin ve göstergebilimin dünyada bir ayağını bu tartışmalar oluştururken, diğer ayağı başka bir yerde ortaya çıkacaktır.



Çağdaş göstergebilimin birincisine Saussure demiştik peki diğeri kimdir?

Diğeri ise Charles Sanders. İşte tartışmanın diğer ayağı başka bir kıtada Amerika’da ortaya çıktı bile.. Peirce, gösterge kuramına. aynı dönemlerde Avrupa’daki gelişmelerden habersiz olarak çalışmıştır. Göstergeleri pek çok üçlüklere göre sınıflama çabası içindedir. Özellikle ilk birkaç üçlemesi ünlüdür. Bu bölümlemeler Amerikan, daha sonra da dünya göstergebiliminde hayli belirleyici olmuştur.



Peirce ünlü ilk üç bölümlemesinin ikinci üçlemesini şöyle açıklar:

1-“İkinci üçlüğe göre, bir gösterge, görüntüsel gösterge (İng. icon),

2- belirti (İng. index) ve

3- simge (İng. symbol) diye adlandırılabilir.



(…) simge, (…) belirttiği şeyi, yalnızca bu anlama geldiğini anlamamız sayesinde belirtmiş olan her söz.”



Mehmet Rifat, 20. Yüzyıl Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları eserinde Peirce’ün kuramını şöyle açıklar: “Daha açıkçası, bir simge, insanlar arasında bir uzlaşmaya dayanan bir göstergedir. Sözgelimi, doğal dillerdeki sözcükler uzlaşmaya dayalı birer simgedir. Çünkü bir sözcük, belirttiği bir şeyi, yalnızca o anlama geldiğini anlamamız sayesinde belirtmiş olur.”


Yine Fatma Erkman 1987 yılında yayınladığı Göstergebilime Giriş isimli eserindeder ki “(Peirce’e göre) Bir dilin sözcükleri simge sınıfına girer”

Aynı eserin yenilenmiş 2005 baskısında ise “Simge (symbol): Simge, temsil ettiği şeyle olan ilişkisini bir uzlaşım sonucu kurar. Peirce’ün simge anlayışı, Saussure’ün gösterge anlayışı ile örtüşür. Sözlükteki her sözcük, bir uzlaşıma dayanır, dolayısıyla simgedir.” demektedir.



Demek ki Peirce’e göre, sözcükler, birer simgedir. Saussure’ün dilsel göstergesine, Pierce, simge demektedir. İki alıntı daha yapalım. Roland Barthes der ki “Simgenin Peirce’de benzerliğe dayanmamasının nedeni, görüntüsel göstergenin bu özelliği taşıyabilmesidir.”



Yine “Simgeyi inceleyen Ch. S. Pierce bunun da iki temel özelliği olduğunu görür. (…) sözlü dil simgeye iyi bir örnektir.(…) Ch. S. Peirce’ün belirttiği gibi, ‘vermek’, ‘kuş’, ‘evlilik’, ‘düğün’ gibi sıradan her sözcük bir simge örneğidir.” (bu ifadeler Prof. Dr. Zeynel Kıran-Prof. Dr. Ayşe Eziler Kıran, Dilbilime Giriş, isimli eserinde geçmektedir.)





Şimdi bu bölümün temel, aynı zamanda tek eleştiri noktasını gelelim: “yapısalcı dilbilimin temel argümanlarını birbirine karıştırma”nın sonucu “gösteren ya da dil göstergesiyle simgeyi bir ve aynı şey” saymaktan dolayıdır. Ama Peirce’çü anlayışına göre bu kabullenişte kusur ya da hata, dolayısıyla zihin sürçmesi, temel argümanları karıştırma yok. Çünkü Peirce’çü anlayışta dil göstergesi ile simge yaklaşık olarak bir ve aynı kavram sayılır. Simge oluşumunda benzeşme temeli yer almaz benzeşme, simgenin değil, görsel göstergenin varoluş biçimidir. Saussure’cü, anlayış, gösteren-gösterilen ilişkisinde göstergeyi nedensizliğe, simgeyi benzeşime dayandırarak ayrı ayrı kavramlaştırırken; Peirce’cü anlayış kuramını,. simge kavramına dilsel göstergeyi de katarak bu yaklaşımının dışında, farklı biçimde oluşturur.



İşte size iki ayrı “doğru” kuramı, iki ayrı dilbilim-göstergebilim disiplini.



Dilbilimde, tek bir disiplini mutlak, dolayısıyla tek doğru yöntem olarak kabul etmek yerine, birden çok disiplinin varlığını göz önüne almak gerekiyor.



Kendi dar sınırları içinde tutarlıdır. Ama şunu söyleyebiliriz: Doğrulama zeminini yalnız bir yaklaşıma bağlamıştır. İnceleme ve eleştiri yazılarında hangi anlayışa göre davrandığımızı baştan söylemeliyiz. Deneme yazılarında her zaman açıklama yapmak belki gerekmez. Uzun zaman yazı dünyasındaysak, anlayışımızı her yazımızda yineleyip durmamız da gerekmeyebilir.



Birini eleştirirken kendini Saussure’cü anlayışla sınırlayarak “doğru”, “yanlış”, “kusur”, “hata” saptayımlarında bulunduğu için Alphan Akgül’ü elbette “yapısalcı dilbilimim temel argümanlarını birbirine karıştırmış” olmakla suçlayamayız. Kitabımızı belli bir yönteme ya da anlayışa dayanarak yazmışsak, bakışımızı belli eden disiplini açıklamamız da gerekli olmayabilir.



Önsözünü George Thomson’un yazdığı Christopher Caudwell’ın “şiirin kaynakları üzerine bir inceleme” alt başlığını taşıyan ünlü Yanılsama ve Gerçeklik kitabını inceleyenler bu yolun kullanıldığını göreceklerdir.



Saussure’ü reddedip Peirce’ü benimseme derdinde değilim.Benim derdim, apısalcılıkla, yapısalcılığın şu ya da bu yaklaşımıyla ilgili olmaktan çok, her dilbilim-göstergebilim disiplininin açtığı ufuklardan, olanaklardan, kazandırdığı kavramlardan yararlanmaya dönüktür. Benim asıl dedim anlamlar dünyasıyla, toplum-dil diyalektiğiyle, dilin diyalektik işleyişiyle ilgilidir



Yine okuyucumun Christopher Caudwell’ın söylediklerini araştırmalarının kendilerine fayda sağlayacağı kanaatindeyim. Bu konuda artacak ve yenilenecek olan bilgimle birlikte bu konuya ekler yapabilirim.





Bekir K Ahıskalı
Eylül 2009
Eleştirmen ve Yorumcu Tanımlamaları-10-Son

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder