16 Şubat 2011

Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim

Düşüncelerim

Şiir Sanatım

 Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-1

Sanat bir cürettir... Sanatçıya bu cüreti işlemek düşer. Edebiyatın kökeni bana göre gizli bir düştür hep. Bu düşü yönlendirmekten, bu düşü görmekten, bu düşü yaşamaktan zevk alıyorum. Şiirlerimi kutsanmış birisi için yazmıyorum. Sevgisiyle beni kutsal kılanı dillendiriyorum. Şiirlerimden birini duyarlı bir insan anlamayınca bu anlayamamayı, anlaşılamamayı içime dert ediyorum. Esasında ben şiiri sevmeyen ve şiir okumayanlara acıyorum… Ben şiiri sağlam bir düş yapmaya çalışıyorum. Rastlantısal bir düş olmaktan çıkarıp istediğim gibi gördüğüm bir düş haline getiriyorum. Yani ben beynimde kalbimde yaşadığım duyguların düşünü görüyorum. Kafamda senaryolaştırdığım bakışımın düş bağlamında filmini çekmiş oluyorum.Düş görmek demek kendi vücudunun cismini unutmak, dış dünyayı belli anlamda içle eritmek demektir. Belki de kozmik şairin her zaman hazır oluşunun kökeni burada yatar. Gördüğü şeyi biraz olsun hep hayal eder, hem de ona baktığı anda ve onu sürekli algıladığı tarzda duyumsar Serbest doğa, gözle taranırken şair için sanki bir anda iç doğa haline gelir, dış dünyadan kendine özgü bir biçimde iç mekâna kaydırma yoluyla, bunun sonucunda kendini sözüm ona düşünsel dünyada ileriye doğru hareket ettirir. Ama düş gördüğüm zaman belli bir ihtiyaç, beni şiir yazarken açık olmaya zorlar, hatta hissettiklerimi yazmak zorunda olma hırsının esiri olurum. İşte bu, uyuyan kimsenin düşünü canlandıran biçime uymuyor mu? Düş -çift anlamlılığına kadar- tam olarak çizilmiştir. Uyanınca çizgiler kaybolur ve düş karmaşık, hayal meyal bir durum alır. Her şairin bir iç-bir dış olmak üzere iki beni vardır. İç ben’imi çok uzun süre dikkate almadım. İç evrenimin çılgın girdaplarına ve tuzaklarına karşı koymak güçlü sinirleri gerektirir, bu evreni ben çok ayrıntılı bir biçimde algılayıp aynı zamanda bir mıknatısla kendime çekiyorum. Yani bana ait olanı yine bana ait olan bir elektrikle kendime çekiyorum. Edebiyat gittikçe nesnelleşince şairin ve çağımız insanlarının acılarını, umutlarını ve sıkıntılarını -hep klasikçilerin gelenekleri ve ışığı altında- ifade etmeye çalışırdım. Ta ki bir gün içimdeki kız konuşuncaya kadar. İçinizde bir portre yapıyorsunuz. Bir anlamda ona inanmaya çalışıyor, kendinizi onu sevmeye zorluyorsunuz. Olmadık bir zamanda tam da ümitlerinizi kesmek üzereyken gülen gözleriyle, hayattan alamadığı mutluluk ve aldığı acılarla karşınıza çıkıyor. Epey zaman kendinize itiraf edemiyorsunuz. İçinizde biz ezgi başlıyor. Kontrolü kaybetmeye başlıyorsunuz. İçinizde kendinize itiraf edemediğiniz doğru insan, ( bura da zamanında doğru olması gerekmiyor) doğru sevdanın ezgisi çalınmaya başlıyor. Düşünebiliyor musunuz ruhunuz ne kadarda acı çekiyor.Burada çalınan ezginin doğruluğunu kastediyorum; bu, şarkıcıya ses perdesinin doğruluğu (renginin) ne anlama geliyorsa sizin için de o anlamı ifade etmeye başlıyor. Şairlere diyeceğim şudur bu ezgiyi içlerinde duydukları zaman bu hakiki ezgiyi korusunlar.. Şiirinde buna işaret etmeye ve bu ezgiyi övmeme çalışsınlar.En büyük zorluk işte buradadır. Zorluk, bu ruhun doğru sesini sanatın yasası ile birleştirmekle yatar. Gerçekten kendisi ve çok sade olması için çok büyük beceri ister. Ama bunda beceri tek başına yeterli olmaz hitap ettiği kitlenin kulaklarının alabileceği, midelerinin kaldırabileceği bir lezzet haline getirmelidirler. Yani havyar çok pahalı bir yemek olabilir ama doğru kitlenin damağında olunca. Kendi açımdan ben bu gerçek ezgiyi, sesin bu hakikiliğini ve sadeliği hep korumaya çalışıyorum: düşsel, şiirselliğe zarar vermesinler diye onları önce yeterince içime akıtırım.. Hani Victor Hugo “Günümüzde şiir ve düzyazıdaki çılgınlıklar öylesine büyük ki, böyle bir delilik bana artık hiç de cazip gelmiyor; bu çılgınlığı yönlendiren ve ona akıllı görünümü veren belli bir akıllılıkta, kendi haline terkedilmiş bir sarhoşlukta olduğundan daha çok baharat ve hatta daha çok hardal tadı hissediyorum.” Diyor ya işte bana göre tam anlatımı budur. Her şiirsel var etmede mutlaka sarhoşluk payı vardır. Bu sarhoşluk kontrollü bir sarhoşluk olmalıdır. Bazen bu tatlı sarhoşluğun amacının dışına çıkmaması ve ayıklanması için minik ve tatlı müdahaleler gerekebilir ki bu kaçınılmazdır da. Ben sevinin doğal bir şey olduğunu ve doğallığıyla anlatılması gerektiğine inanıyorum. Bu sebeple anlaşılır bir sadelikten yanayım. Gereğinden fazla sadelik şiir ve anlatımı sıradanlaştıracağı gibi tercih edilirliğini de azaltacaktır. Genç şair arkadaşlarım bu sadelik kavramını yanlış anlamasınlar. Burada anlaşılır bir sadelikten bahsediyorum basitlikten değil. Ben anlaşılır bir sadeliği var etmeye çalışıyor ve çabalıyorum.Şairin iki renkli dil kullanır. açık olanı ona sadeliğini göstermesine izin verir, koyu olan ise girilmez yere kadar çok daha derinlere uzanır. Şair koyu olan dili – en azından ben öyle yapıyorum- mümkün mertebe az kullanmalıdır.

Bekir Kale Ahıskalı
16 Eylül 2007



Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-2

Ben eğer gizlemeyi istiyorsam o gizliliği şiirime gömerim ve okuyucu onu çok yakalayamaz, Şiirdeki gizliliğim tamamıyla çok doğal olarak cereyan eder. Şair çok kez hararet dolu karanlık içinde çalışır. Ama soğuk demircilik yapmanın da yararları var. Net olduğu için daha büyük cesaret sağlar bize. Günün birinde kaçamak bir dalgınlık ve daha sonradan kavrayamayacağımız kontrolsüzlük durumu üzerine olduğu gibi tartışmak zorunda kalmayacağından emin olmalıdır. Bu düşünsel aydınlığa, yapım itibariyle karanlık oluşumdan çok daha fazla ihtiyaç duyulur. Benim için başlangıç durumunda belli bir karmaşıklığı olmayan şiir yoktur. Onu yaşam gücünü bilinçsizlik içinde kaybetmeden büyük açıklık içinde elde etmeye çalışıyorum. Şair burada bir ya da daha çok kırık çizgilerden düz çizgi oluşturmaya çalışıyor. Belli şairler sık sık çılgınlıklarının kurbanı olurlar. Kendilerini gevşekliğin zevkine kaptırıp şiirin güzelliği için hiç de özen göstermezler. Yani ikram edecekleri içecekleri kadehlerini ağzına kadar doldurup bu arada okuyucularına ikram etmeyi unuturlar. Şiirlerimde bayağılık korkusunu bilmem, ama pek çok şair bayağılık korkusu altındadır. Mecaz, şair için karanlığı aydınlatan sihirli lamba demektir. Bir imgeden diğerine geçiş aynı zamanda şiir olmalı. Yoruma gelince, onun şiirsel olmadığı iddia ediliyor.. Bu iddia, mantıkçıların anlayacağı biçimde bir açıklama ise o zaman isabetlidir. Düşten taşan anlamlar var; bunlar şiirsel ortamı terk etmeden kendilerini belli ettirebilirler. Ama yorumda bambaşka bir şiirsellik daha vardır. Yazdığım şiirden imgeleri düzenleyip uyumu sağlamaya çalışırım. Şiir benim iç düşümde yüzdüğü için ona ara sıra anlatım biçimi vermeyi düşünmem. Şiirin bütünündeki bu gerilimli ilişki onun büyüsünü bozmaz, aksine temel oluşumunu sağlamlaştırır. Anlatım düz çizgi üzerinden bir noktadan öbürüne giderken şiirim -genel olarak anladığım gibi- yoğunlaşan ortamlarda gelişir. Ben yaşamı boyunca düzenli ve dışa gerektiğinden fazla sesi vermeyen bir ailenin mensubuyum. Eğer bütün şiir gözümüzün altında harekete geçecekse en küçük sırların bile şiire saklanıp okuyucuya lezzet vermesi gerekir. Yazmaya başlamak için ilham gelmesini beklemem; onun üzerine gitmek suretiyle yolumu katetmiş olurum. Şair emir altında yazar gibi çok ender anları bekleyemez. Bana öyle geliyor ki, onun da bilim adamının işe başlamadan önce ilham beklemediği gibi yapması lâzım Şair birkaç eşref saatine bağlı olarak sanat icra edemez. O saatleri kafasında hep var etmelidir. Yani şairin dalgın olduğu ve düşünsel sarhoş yanı hep olmalıdır. Şiir içimize doğsun diye dağlara çıkmak, kırlarda koşmak gerekmiyor. Dağı, kırları ayaklarına getireceksin. Gerekirse gerçek hayatta yapamadığının düşlere gelmesini beklemeden gün ortasında sevgilinin düğmelerini çözebilmeli, hava aydınlıkken bile gecenin en karanlığında yaşanan çılgınlıkları şiirselleştirebilmelisin Sözcükleri mücevher gibi işlemeyi beceren belli şairlerin mükemmel örneklerine karşın çoğunlukla sözcükleri düşünmeden yazanlarda vardır. Zaman zaman başarılı oluyorlar da, Burada söz konusu olan şairane düşünce değil, daha çok ona mümkün olan uygunluk ya da gerçekten bunun istenmesidir. Yaratma duygusu -en azından benim duyumsadığım kadarıyla- burada arka sayfada göstermeye çalışırım, Eğer -kendine uygun- imge, kavramdan daha az doğru ise, o zaman onun yerine daha büyük yansıma gücü olur ve bilinçsiz olanın daha derinlerine nüfuz eder. Şiirde imgeyi somutlaştıran işte budur, bu sırada az çok formül haline getirilmiş kavram, sadece anlaşmaya hizmet edip şiirin derinlerden yavaş yavaş yukarı çıkıp başka bir imge halini almasına yardım eder. Benim şiirimde biraz olsun insancıllık varsa bunu verimsiz topraklarımın bakımını denenmiş gübre ile, acı ile, besliyor olmam açıklar belki. Vücutla ya da düşüncelerle acı çekmek demek, kendini düşünmek, kendi ben’ine yönelmek demektir. Onun istencine karşı bir şekilde kendini düşünmek, sefalet içinde bulunmak ve büsbütün açıkta kalmak anlamına gelir. Çoğunlukla kendi içimde duyumsadığım korkunçluklarla boy ölçüşmekten az çok korkmuşumdur. Bunları diğerlerinden daha zindeleştirici bir etki bırakan yalın ve günlük sözcüklerle yumuşatırım. (Bizi çocukken büyük korkularımız karşısında sakinleştiren bu kelimeler değil mi?) Duyulmamış olanın kendini çoğunlukla korku belirtisi olarak gösteren zehrini tarafsızlaştırmak için onların çoğunlukla denenmiş uslulukları ve dostlukları üzerine kurarım. Usluluğumun çoğunu belki de sık sık kimi delilikleri bastırmak zorunda olmama borçluyum. Benim için doğallık önemli olduğunda önceden hangi biçimi kullanacağımın planını yapmam. Seçimi kendisi yapması için bunu şiirime bırakırım. Ama bu, tekniğin küçümsenmesi anlamına gelmez, daha çok onun esnekleştirilmesi demektir. Ama ya da, en iyisi sadece her şiirde kendini sabitleştiren ve onun “şarkısıyla” uyum içine giren hareketli tekniktir. Belki de bu yine buluş için büyük bir hareket alanı sağlar. Tam bilinçlenmeden yazmayı severim ve bunu büyük bir hevesle, sanki doğanın bütün işi kendisi yapıyormuş gibi göründüğü bahçede yaparım. Elbette ki açık yerler, geniş sınırsız alan, insanın dikkatini toplamasını zorlaştırır. Ama bahçe çitle çevrilmiş ise hava ve yer yönlendirici düşünce yıkanmasına olanak verir, bu ise kendi açısından şiirin, gölgenin ve serinletici tazeliğin dostudur. Şiir bir tabiat unsurudur, ne azalır, ne bozulur; etkilere karşı koyar. Deniz gibi o da, söyleyeceği ne varsa, her defasında söyler,- sonra rahat ve vakur, vahdete vergi olan o bitmez tükenmez değişirlikle yeniden başlar. Bu yeknesaklık içindeki değişiklik, sonsuzluğun mucizesidir. Sanat mükemmelleştirilemez. Hep bir eksik tarafı kalacaktır. Kalmalıdır da. Kalmazsa eğer sanat biter. Şiirde böyledir. Şiirde eksilme olamaz, artış da olamaz. Sanat küçülmeye, büyümeye tâbi değildir. Sanatın mevsimleri, bulutları, karaltıları, hattâ lekeleri vardır, hepsi birer harika belki; birden karanlık çöker üstüne, elinde değildir. Fakat netice itibariyle, o, insan ruhunu hep aynı kuvvetle aydınlatır. Aynı lezzetle doyurur. Aynı ışık yangınından hep aynı şafak söker. Sanatçı karanlığın arkasından doğan güneştir. Her karanlığın bir güneşi vardır. “Sanat bir cürettir; doğacak dâhilerin geçmiş dâhilere eş olabileceklerini inkâr etmek, YARATANIN devamlı kudretini inkâr etmek demektir. “ Sanatçı sıradanlığa göre başka olana verilen addır. Şair de öyle.
Bekir Kale Ahıskalı
17 Eylül 2007
Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-2


Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim- 3

Şiir uçlarda gezinmenin adıdır.Şair uçlarda gezerken yani şiirini var ederken bu uçlarda nasıl gezdiğini açıklama ihtiyacı duymamalıdır. Zaten o, uçlarda gezmesini başardığı için şairdir. Şiir üzerine verilen öğütler, ancak yaratıcılık sırasında doğrulanınca değer kazanır bu da o öğüt içindeki gerçeğin yeni baştan bulunması anlamına gelir. Kuramlar, ancak kendi şiirleri ile bir arada ele alınınca değer kazanırken bir şairin, şiiri ile yetinmeyip şiirini açıklamaya, savunmaya kalkması bir zaafiyettir. Ortada yaratılan bir şiir varken, bu şiirin nasıl yaratıldığını, hangi yöntemlere, kurallara ve kuramlara uyularak yaratıldığını öğrenmemizde ne gibi bir yarar umuluyor? Dayanağı kuramları bilmeden de güzel bir şiiri sevebileceğimize göre, şairin bu türlü bir çabası gereksiz olur. Kimi şairlerin, kendi şiirleri üstüne olsun, genel olarak şiir üstüne olsun açıkladıkları görüşler, çoğu zaman kendi şiirlerini tutmuyor; kuramlar, yöntemler bir yanda, şiirler başka bir yanda. Böylesi, şiirle şiirin kuramları arasında hiçbir ilinti bulunmadığı kuşkusunu uyandırmaktadır. Başka bir deyişle, şairlerin çoğu, şiir üstüne birtakım kuramlar, kurallar, yöntemler öğreniyorlar, ama onlardan birini bile şiir yazarken uygulamıyorlar, şiirlerini göreneğe, geleneğe, bakarak yazıyor, ama düşünür görünmek hevesinden ötürü birtakım şiir bilgilerini sayıp döküyorlar. Burada şiiriyle değil söyleviyle var olma gayreti görüyorum. Sofra adabını öğreten bir şair yemeği neden elleriyle yer ki. Birtakım büyük batılı şairlerin, sadece şiir yazmakla yetinmeyip şiir üzerine de yazmalarının ne gibi bir faydası olabilir ki diyeceksiniz. Bunu, yeni bir şiirin yadırganmaması, okurun o yeni anlayışa alıştırılması için eğitimsel bakımdan gerekli saymak da doyurucu, kandırıcı bir düşünce değildir. Çünkü bu görev, şairden çok eleştirmenlere, edebiyat tarihçilerine, edebiyat öğretmenlerine düşer. Şiirin tarihindeki bu çeşit en önemli yazılara bakarsak, belli bir dönemde ileri sürülen yeni bir şiir anlayışının, kendi çağı içindeki felsefi, giderek bilimsel akımların hizasında bir uç olduğunu görürüz. Başka bir deyişle, bu çeşit önemli görüşlerde, bir öğüt, bir savunu aramak boşunadır; Şair burada, artık bir uğraşın adamı olmaktan daha ileri çıkmış, düşünür sınıfına katılmıştır. Şiirinde kendi çağının düşünüşüne varan, giderek o düşünüşü zorlayan şair, artık kendi uğraşının içinde kalmaktan çıkar, çağdaş düşünce yaşamındaki yerini almaya yönelir. Ben bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak ve gözler önüne sermek çabasındayım. Şiirle düşünmek! Ben buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. Gene felsefe duygusallığa da karşıdır. Yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. Zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi? Şair yetinmesini bilmeli; büyüklüğü, derinliği dilde aramalıdır. Bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. Bu böyleyse, bir düzyazı örgüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir. Uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir "anlatma" söz konusudur burada da. Ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir "anlatma" değilse nedir? Diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler. Dünya yazınında bütün yazın türleri iç içe geçebiliyor. Bizde ise bu tutum yadırganıyor nedense. Bence bu karşılıklı trafiği yadsımak, şiirimizi alışkanlıklardan kurtararak çeşitlendirememekten, onu dünya şiirinin süreci dışında düşünmekten başka hiçbir anlama gelmiyor. Şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. Onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa. Gene de... Şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. *1 Güzellik düşündürücüdür. Bu yüzden de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim "Liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu anının bilincindedir," der.*2.

Bekir K. Ahıskalı
18 Eylül 2007
Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim- 3

1-*Forster, "Yazarın yüzü okuyucunun yüzüne çok yaklaşıyor," der. 2-*James Joyce

Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-4

Yeni şairler, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar kullanmamalı. O,bir tek lisanla azmalı. Yani şairliğini ve lisanını yaşamına taşımalıdır. Kullandığı lisanın içinde hayatın bütün unsurları olmalıdır. Nazım’ın ifadesiyle şiir yazarken de aynı, kavga ederken de aynı şahsiyet olmalıdır. Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bir fantastik öykücü kadar uçuk düşünebilmelidir. Günümüzde istidatlı genç kalemler var ama ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok, altyapılarını güçlendirmiyorlar. Ya okumuyorlar ya da kendi alanlarının dışında olan eserlerle meşguller. Bir iş yaptığın zaman bu yaptığın iş ne olursa olsun en iyisini yapıyor olmalısın. İşin yağlı urgan yapmak bile olsa en iyisini yapmak için ne gerekiyorsa yapmalısın. Bu dar dünyalarını örtbas etmek için kendi iç âlemlerine kulak verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa bile, gerçekte iç âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi gerçekte dış âlemin bir inikâsından başka bir şey değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç dünyası da daracık olur. Basit bir mantıkla hacmin ne kadar genişse için o kadar geniştir. Sanatkâr, ressam, şair, romancı, mimar, aktör vesaire, her şeyden önce insandır. İnsan her şeyden önce mücerret bir varlık değil, somut bir varlıktır. Yani her insan muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, belli bir toplumda, belli bir sınıfın insanı olarak vardır. Yoksa umumiyetle, soyut olarak insan denilen bir şey, bir anlam mevcut değildir. Sanatkâr da somut bir insandır. Muayyen bir fizyolojisi, belli bir maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir tarih devrinde, belli bir toplumun içinde yaşar, o belli toplumda çeşitli sınıflar ve tabakalar vardır. Sanatkâr insan bütün bu şartlar içinde eserini verir. Onun üzerinde doğumundan başlayarak bütün bu sayıp döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi-şahsi yapısı somut muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bağlı olduğu topluma ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva esas olmakla beraber, kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın filan teknik imkânlarıyla da sınırlanmıştır. Bu suretle muhteva ile şekil arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir tesir vardır. Şairle çevresi arasındaki münasebet pasif bir münasebet değildir. Yani şair sadece tespit etmekle kalmaz, onun tespit ettiği şey sosyal çevresine tesir eder, onun değişmesinde adım adım etkili de olur. Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda rastlanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış,hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur. Sanatçıların çoğu yaşadıkları devirde anlaşılmış değillerdir. Bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce içerik sonra şekil Şeklin nasıl olacağını tayin edecek içeriktir. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur içeriktir. Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kural koymak insanı bir bağnazlığa softalığa götürür. Hececisi, kafiyecisi hepsi başka başka olmakla beraber mutlak kural konulmamalıdır. Bana göre konuşma dilinin ahengini bir içerik olarak kabul etmekte bağnazlıktır. konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir. Öyle içerikler vardır ki, onlarda kafiye istemez,– ki bu dil bir sokak delikanlısının olabilir, bir ev hanımının olabilir, bir işçinin, bir çocuğun olabilir- ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır. Bazen de öyle içerikler vardır ki, kafiye ister ki bu kafiye sınırları kafiye imkânları da sınırsızdır - ve bazı içeriklere de, konuşma dili yetmez, daha geniş, daha mücerret, belki bundan dolayı daha renksiz bir dil ister. Şiirde şekle takılmak ve dünya veya ahiret düşüncesi çizgisinde şiirlerde ısrar etmek şiirimiz sefalete götürür. Şiirler her çeşit olabilmelidir her yazana saygı duyulmalıdır. İki zıt kutbun gerici bakışına bırakılmamalıdır. Yani ne çağdaş dünya düzenine uyarak manevi ve mukaddesatçı şiir reddedilmeli, ne de mukaddesatçı çizgisinden hareketle çağdaş şiir reddedilmemelidir. Şiirde kafiyede olmalı, serbestte olmalı.

Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2007
Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-4


Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-5

Her insan uğraşı üstüne düşünür, bundan doğal birşey olamaz. Bilinenin dışına çıkmak için yeni düğümler, yeni ilmikler, yeni çözüm yolları arar. Bu bir yaratıcıysa, daha da kaçınılmaz olur bu. Nedeni de binlerce yolun içinden kendi yolunu kendi çizecektir. Bunun başka bir çıkar yolu yoktur. Üstelik, bunu ta baştan yapmak zorundadır. Orada gidip gelecektir çünkü, orasını ekip biçecek, böylece de: 'Ben bu dünyadan geçtim!' diyecektir. Bir şairin, bir sanatçının bunu diyebilmesi için de, bu yolun gerçekten onun olması, üstüne tapulaması gerekir. Bunsuz bir şairin, sanatçının varlığı tartışılır. Dahası, yoktur. Her şairin ölüm-kalım sorunu önce burada yatar Her şair gibi ben de işin başında kendi çizeceğim yolu düşündüm. Bunun için de çizgileri inceledim, taşları, kumu, çakılı nasıl karacağımı, onları nasıl dökeceğimi inceledim. Böylece kendi yolumu çizdim. Şiir öğretilmez, öğrenilmez: Bulunur. Böyle diyorum, çünkü her şair kendi tarlasını kendi kazar, oradan çıkardığı mahsül de başka kimseninkine benzemez. Toprağın birçok damarlarından yararlanarak kendi karışımını ortaya çıkarır. Şiirimde öyle sanıldığı gibi büyük değişikler yok gibi geliyor bana. Aslında, 'kuram' bir şairin yazdığı, şiirlerinin koyduğu kurumda aranmalıdır. Ondan çıkarılmalıdır: Söylediklerinden, yazdıklarından değil. 'Ne kadar kuram varsa, o kadar şair vardır' sözü de bu yüzden doğrudur. Her şair hayatına, şiirine baktığında çok değişik yollardan geçtiğini sanabilir ama, esasta bu yol tektir, ve de bu kendine çizdiği yoldan başka birşey değildir. Ben böyle düşünüyorum. Şiir bir dil sorunsalıdır. Dili bulmadır. Dili bulmakta, yine onunla gide gele, yıkana, yoğrula, düşe kalka olur. Bir şiirin koyduğu değişik çizgiler öz ile biçimden çok yine 'şiir dili' dediğimiz, her şairin dilinde kendini belli eder. Başlangıçta bu dilin girip çıkmadığı çukur, oyuk, yol, tepe yok gibidir. Yöresini araştırma, toprağını bulma çabasının ta kendisidir bu. Giderek, kendi seçmesini yapar dil. Ayrıkotlarını temizler, girip çıktığı çıkmaz sokakları bırakır, kokladığı, kazdığı su yollarını bir kıyıya iter, sonunda deltasına yerleşir, sınırını çizer, otağını kurar. Bir şairin şiir çizgisinin değişikliği dediğimiz bu dildir işte. Sizin benim şiir çizgimin değişiklikler gösterdiğini söylemesi de bundan başka bir şey değildir sanırım. Öte yandan, her şairde açık-kapalı bunu görebiliriz. Bunu en iyi İkinci Yeni dediğimiz çıkışta görüyoruz, Türk şiir tarihi hiç kimsenin merakını çekmemiş bir topraktır. Ne irdelenmiş, ne de üstüne eğilinmiştir. Bakir bir toprak olduğu için de herkes üstüne birşeyler söylemiştir. Bende Atilla İlhan gibi düşünüyor İkinci Yeni'nin Türk şiirinde ayrı bir damar olduğu söylüyorum. Bunca zengin olan eski şiirimiz, Tanzimatla -onu izleyen bütün yenileşme çabaları da gözönünde bulundurulduğunda- Cumhuriyetle büyük çizgiler koyarak gelmiş değildir. Cumhuriyet şiiri, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet demektir. Topu topu üç çizgidir yani. Orhan Veli, ve arkadaşlarıyla bir dördüncü çizgi gündeme girmiştir. İyice bakılırsa İkinci Yeni'nin bir beşinci çizgi olduğu görülecektir. İkinci Yeni'nin koyduğu bu beşinci çizgidir. , İkinci Yeni, giderek kendi toprağını bulma yolundadır da. Ağababasının Ahmet Haşim olduğunu hergün daha bir anlamadadır. Köksüz değil aksine bana göre sağlam bir kökü vardır.. “Şiirimizi 'teşrih masasına' yatırma, onu havalandırmadır bu. Bugün Nâzım Hikmet şiiri değişik biçimde de olsa-bir alt gelenek olarak vardır. Sürdürülmektedir. Bu aşılmış değildir. Onun yörüngesinde dönmektedir. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet şiiri, böyle bir gelenek koymamıştır. Ama bir ara yol olarak açıktır. İkinci Yeni'ye gelince, elbet o da baştaki gibi kalmamış, değişmiştir, ama bir çizgidir o şiirimizde. Giderek alanını daha da genişletmektedir. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalı. Nâzım Hikmet'in koyduğu şiirle hesaplaşa, çarpışa, yeni sularla yıkanarak, yeni boyutlar edinerek sürüyor. İkinci Yeni'nin bir akım olduğunu söylemeye herkes korkuyor. Akım ne sanılıyor? Bir ulusun şiirini 'allakbullak edip, yalnız onun egemen olması mı? Dünya şiir tarihinde böyle bir şey yoktur. Akım, bir ulusun şiirinde yeni bir çizgi demektir. Bazı şairlerin bir çağa parmak kaldırmasıdır. Değişkenlik gösteren şiirlerinizin ana çizgisini saptayabilir misiniz?” Ben şiirimi değiştirecek büyük yaşamalar, büyük inişler çıkışlar yaşamadım Şiirle gittim geldim ben.. Onunla dövüştüm, yattım kalktım. Bir değişiklik varsa, bu şiirimle olan mücadelemin değişikliğidir bu. Şiirimin ana çizgisini saptamak benim işim değil ama şiirimin ana çizgisi aranılacaksa, dilde, dili kullanışımda aranmalıdır. Özün bende baştan beri pek değiştiği kanısında değilim. Öz gibi, biçim değişikliklerine de uğramamıştır şiirim. Değişik gibi görünen biçimler, özler dilden gelmektedir, dilin kullanış biçiminden diye düşünüyorum. Ben bir dil simyacısıyım. Tek gerecim o. Bazen anlaşılamadığımı düşünüyorum. Çağların diliyle yıkanmak isterim. Benim dil anlayışım böyle bir gelenek kurar. Böylece bu elimdeki dille ikiden çok elle yazarım. Şiirimin değişik çizgiler koyması bundandır, dilin kullanılış biçiminden gelir. Elbette yaşamımdaki acıları, sevinçleri, bir yana attığımı, onların bir öz-biçim alışverişini oluşturmadığını söyleyecek değilim. Yaşamışlıklarım, eksik kalmışlıklarım bazen kendimden kaçışlarım ve hep şiire sığınışlarım öz ve biçimi oluşturmaktadır. Ama egemenlik hep dildedir, yansırsa oradan yansır bu. Konular, özler pek değişmez bende. Yıllardır seviler, kent yaşamları, doğa, insan görüleri olmuştur konularım. Değişkenlik hep dili kullanışımdan, kimi onun üstüne üstüne yürüyüşümden, kimi uyumumdan, kimi onu silmek istememden gelmiştir. Tek düze tek dil kullanmak aynı biçimde ifade etmek sıkar beni. Bu yüzden sık sık el değiştiririm. Dilin sıfır noktasına dönerim her şiirimde başka sinyaller yaymaya çalışırım. Ama sinyalin merkezi hep benimdir, benim kullandığım dildir. Her şeyden bir şiir çıkarabilmeliyim ama önce belirlediğim temayı ve anlatacağım şeyi iyi araştırmalıyım. Otu anlatacaksan şifalı bitkiler kitabını yutmalısın, o otun yetiştiği ortamı, toprakları bilmelisin. Yetiştiği toprakta kendi cinsinden olan dostlarını düşmanlarını bilmelisin. Yani papatya neden kırlarda açar? Rüzgarla ve özgürlükle olan bağlantısı nedir? Yaşamını hangi rakımda sürdürür? Dostları hangi bitkilerdir. Örneğin geven ile papatya aynı ortamda yaşar mı? Bunların dilini bulacaksınız. Dili bulunca bir yılda tamamlandı bu. Papatya gide gele, onlarla yata kalka başlayan bu serüveniniz; ancak dili bulduğunuzda tamamlanacaktır. Bir münacatı, bir duayı işleyecekseniz Yaratıcıya el açan Yunus’un, Mevlana’nın münacatlarını hangi olgunluk içinde yaptıklarını bilmelisiniz. İstemenin, huzura çıkmanın adabını bileceksiniz. Şiirinizi yazarken öyle bir yere geleceksiniz ki, nesnel bir algı, imge koymayan hiçbir sözcük sizi ilgilendirmez olacak. Papatyanın bu serüvenini bilen okuyucunun şiirinize bakışı ve anlayışıyla bilmeyeninki de aynı olmayacaktır. Türk şiirinin geleneğinden yararlanıyor muyuz? Büyük bir şiir olan eski şiirimiz, Fransız, İngiliz, Alman şiiri gibi bir gelenek koymaz. Ben geleneği dile çok bağlı diye düşünürüm. Tarihi, ekini, düşünü bir yana atmam ama, onları da dilin içinde düşündüğüm için bizim bir Fransız, Alman, İngiliz şiiri gibi bir geleneğimiz yoktur. Biz hâlâ elimizdeki gereci (dili) yoğurmakla, onu kurmakla cebelleşiyoruz. Gelenekten dili anlıyorum. Aslında biz kendi geleneğimizi kendi kuran o yıldızlar kümeleriyiz. Bizim göğümüz boş. Bir Ahmet Haşim, bir Yahya Kemal, bir Nâzım Hikmet geleneğimizi taşımamızda yardımcı olabilir. Eski şiirimizdeki sesleri, temaları, renkleri günümüze farklı bir biçimde taşıyabiliriz. Böylelikle dilde taşınmış olur. Onların bir çizgileri vardır çünkü. Oraları kazmalıyız derim, oralardan çıkaracağımızla yetinelim demiyorum elbet; ama ben önümüzde onları ve daha nicelerini görebiliriz diyorum.

Bekir Kale Ahıskalı
Eylül 2007
Şiir Sanatı Üzerine Düşüncelerim-5 SON

BU YAZIYA YAPILAN YORUMLAR



bekir güçlüer  | BEKİR GÜÇLÜER     07 Ocak 2011 Cuma 13:44:08


Devam yazınızı beğeni ile okudum ve bilgilendim.
Teşekkür eder, saygılarımı sunarım.


Mehtap ALTAN     07 Ocak 2011 Cuma 13:01:56


Söylediğiniz gibi şiirimizi alışkanlıkların tekdüze duruşundan kurtardığımız an dünya şiiri üzerine yol alan resmi de görebildiğimiz andır...

Teşekkürler katkı sağlayan düşünceleriniz için...




Mehtap ALTAN     04 Ocak 2011 Salı 23:18:37


"Sanat bir cürettir... Sanatçıya bu cüreti işlemek düşer."

Sevgili Ahıskalı...

Birikimlerinizi lütfen daha sık getirin buraya...

İlk giriş cümleniz ne kadar net ve açıklayıcı idi...

Emeğinize sağlık...






Bircangule  | BİRSEN ERKÂN     04 Ocak 2011 Salı 22:27:53


Düşüncelerinizi paylaştığınız içinteşekkürler, faydalanacağım.
Esenlik dileklerimle...


bekir güçlüer  | BEKİR GÜÇLÜER     04 Ocak 2011 Salı 22:14:03


Yazınızı ilgi ile okudum.
Gerektiğinde kullanılmak üzere verdiğiniz bilgileri, notlarımın arasına aldım.
Benim için faydalı bir yazıydı. Emeğinize ve kaleminize sağlık.

Saygılarımla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder