11 Aralık 2010

13-Hoş bulduk Füsun!

 

Zaman ya su gibi geçiyor ya da su gibi geçmek için kıvranıyor. Geçen zamana baktığımızda

Anlıyoruz neler yapabilirmişiz ama neleri yapmadan bugünlere geldiğimizi. İşte böyle düşüncelerin boğazıma sarıldığı bir zamanı daha yaşıyorum. Yayınlamasına ara verdiğim kalem eserlerimi okumaya alışmış samimi arkadaşlarımdan birisi yeniden yayınlamaya başladığımı okuyunca Hoş geldin Bekir! diye karşıladı beni. Arkasından eskiden ne çok, ne güzel şeyler üretirdin diye de ilave etti.


Yürekten kopan ver dudaklardan riyasızca dökülen bu yaklaşıma kayıtsız kalamazdım elbette.

Kalem ehli yazdıklarıyla her an anılırlar, kelam ehli söyledikleriyle o an anılırlar. Kalemle yazarsanız geleceğe not bırakmış olursunuz, kelamla söylerseniz zamana not düşer o anı hoş ve anlamlı veya anlamsız kılabilirsiniz ama yarına taşınamazsınız. Kelam daha çok haftada bir yayınlanan ve o an binlerce kişi tarafından seyredilen ancak ertesi güne taşınamayan televizyon dizileri gibidir. Kalemin geride bıraktıkları ise yıllarca sonra bile aranıp bulunan ve eksikliği hissedilen sinema filmi gibidir yıllarca sonra bile aranır bulunur ve okunurlar.

Kalem-kelam müvâzenesini iyi kurarsanız da hem zamana hem geleceğe seslenmiş olursunuz.

Hissetmediğini yazan, yazdığını hissetmeyen bir kalemin ya yardakçılık tarafı vardır ya da bir şekilde başka emeller peşindedir. Her romancı kendi romanındaki kahramanını seçerken bir model seçer ve aslında bu model içindeki bir parçanın sokağa veya bir başkasındaki aksetmiş halidir ve kesinlikle yazardan izler taşır. Şair de böyledir. Her gördüğünü kaleme alabilme yetisini geliştirmeli ve yararlandığı kaynakları halktan yaşadığı ortamdan hayallerden seçse bile hissettiğini yazmalıdır. Şairin ayaklarının yere dokunduğu nokta ancak bu olabilir.


Yine kalem ehli üreten yanıyla toplum mimarlığı yapar. Anlık hissiyatını bir sonraki adıma taşırken iyiyi seçip almalı kötüyü geride bırakmalıdır. İnsanların çıkar düşünceleriyle var oldukları dünya ile yola çıkacağı arkadaşlarını iyi belirlemeli ve hepside kıymetleri nispetinde kıymet vererek adımlarını sağlam atmalıdır. Bilimin ilerleyişiyle bir kötü sözün bir dakika içinde bin kötü söz haline geldiği bu ortamlarda kaleminden çiçekler yetiştirerek var olmalıdır. Yoksa günümüzde olduğu gibi toplumda kırılma noktalarını artıran yıkım ehli bir yapıya bürünür ve adeta çıkarları için insanlıktan çıkarak tanınmaz hal alabilir. Her üretilenin bir alıcısı vardır. Pazarınızı doğru alıcıların olduğu meydanlara kurmazsanız ürettiğiniz şey üretim amacınızın dışında kullanılmaya başlanır. Bu noktadan hareketle de toplumdaki yeriniz kalem ehli olmaktan ziyade yıkım ehli olarak belirlenir.


Günümüze baktığımda geçmişimizden gelen önyargılarımız ve o devrin kalem ehlinin taraflı davranışları neticesinde (ki bir yazımda “kalem ehli kavgada tarafı yazabilir ama bir taraf olmamalıdır bir tarafı yazmakla bir taraf olmak farklı şeylerdir” demiştim) toplumda ki kırılma noktalarının baş mimarları olarak onları görmekteyim. Eskiden beri gelen toplumu sağcı-solcu, inançlı-inançsız, medeni-cahil, şehirli-köylü, doğulu-batılı vs… gibi gerek coğrafi gerek düşüncesel gerekse etnik ayrımlara tasnif ederek bu tasnif neticesine göre muameleye tabi tutmak bu birlikteliğe verilebilecek en büyük zarardır. İnsanımızı önce insan olarak algılamalı, hak ve hürriyetlerini buna göre belirledikten sonra adaletimizi bu insanlar üzerinde tecelli ettirmedikten sonra bu toplumda kavgalar, kanlar, ayrışmalar bitmeyecektir.


Geçmişimizden gelen önyargılarla her milliyetçi kafatasçıdır, her solcu emekçidir, gibi basmakalıp bir düşünceyi değiştirmediğimiz sürece de uzlaşı mümkün değildir. Eskiden sağcısı kabadayı solcusu okuyan bir yapıya sahip olan bu toplumda artık sağcı da (ki bu ifadeden kastım milliyetçilik mefkûresiyle hareket edenleri kasdediyorum) emekçi kadar okuyor, emekçi de vatanını seviyor. Milliyetçi emekçiye hain, emekçi milliyetçiye kafatasçı her ikisi de muhafazakar ve dindar olana gerici gözüyle baktıkça uzlaşamayız. Parlementer düzende herkesin seçilebilme hakkı olmalı ve bu hakka saygı gösterilmelidir. Yasama-yürütme-yargı üçgeni birbirleriyle muvazene içinde çalışmalıdır. Adaletin koltuğuna oturan kişi nereden hangi düşünce ve etnik yapıdan geldiğini bir yana bırakmalı ve ne yapması gerektiğini düşünerek hareket edilmelidir. Yargı kanunlar çerçevesinde hareket etmeli ve genel yoruma açık konularda da adil davranmalıdır. Başı açık olan kapalı olana, şehirli olan köylü olana bulunduğu yerden değil onu anlayacağı yerden bakmalıdır. Yoksa kırılma noktalarımız artıp çoğalacak ve aynı yatakta yattığımız insanla bile anlaşamaz duruma gelinecektir. Baksanıza bu ülkede


Muhafazakar olan …
Kürt olan …
Roman olan ….
Elit olan …
Varoşlarda yaşayan…
Türbanlı olan …
Fakir olan …
Asker olmayan ….
İktidar olmayan …
Müslüman olmayan …
Sivil olmayan…


Buna benzer onlarca örnek yazabilirim. Şimdi noktalarla boş bırakılan yeri



“bazı haklardan mahrum edildiğini düşünerek azınlığım diyor adalet istiyor” cümlesiyle tamamladığımızda bu ülkenin gerçek sahibinin kim olduğunu ve kimin azınlık olduğunu biz bile tespit edemeyecek duruma geliyoruz. Oysa meselenin tamamında İnsanı insan olarak algılamamak ve bir noktaya kadar nemelazımcılık, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, bir noktadan sonrada adam kayırmacılık ve menfaatperestlik zihniyetinin yattığını düşünüyorum. Komşusunun evine hırsız girdiğini ihbar etmekten ürken bir toplumda hırsızlar iktidar olurlar.



Seçme seçilme hakkının olduğu toplumlar sandık başına gittiklerinde kendi toplumları için daha iyi hizmet edebilecek insanları seçerler. Yani seçilenler hizmet için vazifelendirilmiş insanlardır. Ne yazık ki bu toplum kendisine hizmet etmek için seçtiklerini unutuyor ve kendisine “efendi” seçtiği düşüncesiyle hareket ediyor. O zaman başımızdakileri suçlamanın anlamı da yok kim “efendi” olmak istemez ki…



Bu toplumu aydınlatma adına ürettiklerimi yayınlamaya karar verdim ve beni ilk karşılayan arkadaşıma



Hoş bulduk Füsun! Diyorum.


Bekir Kale Ahıskalı
12 Mart 2010
Kekeme Kaval-13 (Füsun)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder