30 Nisan 2011
23 Mart 2011
Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
“Müstebidler anlamıyor şairleri, o zaman ki anlar hemen ferman verir ölümüne” böyle diyordu Andrey Andreyeviç Voznesenski Komünist rejime muhalif ve Amerikan Beat kuşağı şiirleriyle.
Mehtap Akkoyun şiiri somutluktan ileri ve biteki alemi aşan yanıyla karşımızda. Bir söyleşimde “şair uçlarda gezinmeli” demiştim. Mehtap Akkoyun’u o uçlarda seyrediyoruz. Şair öylesine uçsuz bucaksız hayal gücüne sahip olmalı ki başkalarının hayalleriyle gezindiği noktalara o kalemiyle ayak basabilmelidir. Şiiri doyumsuz, şairi okunur yapacak olan. Kendisini tanıyalı fazla olmadı ama şiirlerini okumak kendisiyle alakalı bilgi edinmemi sağladı. Şiirlerini okuduğumda farklı yerlerde ama çoksa Mehtap Akkoyun benlikleriyle karşılaştım. Hepsi bakış, duruş ve söylev olarak şairi anlatıyorlardı. Bu noktadan hareketle “Tanrı senden daha köle” isimli şiirini irdelerken farklı bölümlerde, aynı benlikle takılınılan aynı tavrı farklı tonlarda yakaladım. Böylelikle şairin dünya görüşü, meseleler karşısında ki mukavemeti yeri geldiğinde teslimiyetçi ama çoğu zaman da iç alem merkezli isyanlarına şahit oldum.
Şiir “Tanrı senden daha köle” başlığı itibariyle alışkın olmadığımız bir ifade biçimi olsa da hemen ilk dizede ki tezat anlatım şekliyle biraz daha anlaşılır duruyor. Okuyucuya daha ilk dizde parçalarını tamamlaması gereken bir bulmaca hissi veriyor ki bu şairin yeteneğiyle alakalı bir durumdur. Burada leke kavramına değinmek lazım. Leke belleklerimizde siyah veya kirli gibi yer edinmiş olsa da onun, ekseriyete oranla az olan, zemine zıt bir azlık tanımlamasına girdiğini biliyoruz. Simsiyah bir sayfada küçük beyaz bir noktanın da leke tanımlamasına girmesi gibi.
“Tanrı senden daha köle” şiiri serbest vezin şiirler için bir numune-i imtisal.
Birbirinden bağımsız gibi duran ama temelde başlığından tutun ta son noktasına kadar bağlantılı dizelerden oluşuyor.
kar gibi bir leke duruyor avuçlarında zamanın
sen kölesin Spartaküs
tanrı senden daha köle
görmek ve örmek gerek çileyi
destûrsuz çölün dilinde
Şair ilk bölümde Spartaküs ile karşılıklı söyleşirken onu kendisi yapan ve bilinmesine sebep olan köleliği makamında tutup Tanrı için "senden daha köle" ifadesini seçiyor. Buradan Spartaküs ün yüceltiği mânâsı çıkartılabilirse de aşağıdaki dizeler bizim inanç ve bellek sistemimize yer edinen ve beyinlerimizdeki yansımazı çöl çileye eşdeğerdir tanımlamasıyla şairin o uçsuz bucaksız ufkunu bir nebze yakalayabiliyoruz. Spartaküs batılı efendilerine isyan etmişti. Önce askerdi, sonra haydut daha sonra köle ve bir başkaldırıyla yeniden birilerine hükmeden yanıyla kölelik kisvesi altında bir ulaşılmazlık yan sahibi. Şair Spartaküs'ün bu yanını irdeleyerek "Tanrı senden daha köle" diyerek nefsimizi kasdetmiş olabilir.
tanrınız inmedi henüz düzlüğe
duyulmaz sesleri nicedir kahır
bağrımda uslanmayan amansız yaradır
sen bu yarayı al beşiklere yatır
sonra bir türkü dök-hayata yağdır
yağsın toz duman hasret hevesiyle
sözlerine umut da olsa bir zerre
Şairin ikinci dizede işlediği duygular birinci dizedeki o başkaldırı ve bilgeliğin aksine başka bir mahvele yönelerek kendi iç sesleri, mırıltıları diyebileceğimiz hale bürünüyor. Şair birinci bölümdeki Spartaküs’ün içinde aramak istediği nefsi ilahlaştıran, onu öyle kabul eden düşünceyi yerle bir eden tavrından sonra tasavvufi bir gergeften geçirme işlemini kendi benliğine yapıyor gibi… Çekilen kahırların iç vaveylalardan ibaretliğini, “duyulmaz sesleri nicedir kahır” dizesiyle anlatırken, ona yol de göstermektedir. Bunu yaparken bir halk ozanı kadar, kanaat önderi tavır sezinledim.
armağandır kul'u terk ederken duâ gecede
boynumda yüz ve yıldan kalma bir yusufcuk
sen hiç görmedin yakut ışıklar büyütürken
ve sürerken tarihime bir parça hatıra-senden
sesinden nefesinden gül kokar ateş-ten
Üçüncü bölüm diyebileceğimiz bu bölümde kaleminin en olgun ve en terbiye edilmiş haline rastlıyoruz. Bu dizelerde şairin belagat gücü had safhada. Öyle ki bu dizelerin altına hangi usta şairin adınız yazarsanız yazın birçok eleştirmen en fazla şunu diyebilecektir “ben adı yazılı şairin bu dizelerin ilk defa okuyorum”. Burada anlatmak istediğim şairin kelimeleri terbiyesidir. Meral Akkoyun’u geleceğe taşıyacak olan da budur.
yemin verdim yüzünü sürmediğin secdeye
yaşlı sırlarımı ve gözlerimi alıp giderken
adım hep kana akar-kanla yazılır vakit derken
orta bir doğu ve doğum sancısı erken
tahtsız peygamberler gerilirken yakılırken
bir de ayet sancısı tutarken dillerin kasıklarını
tanrı-aşk-insan mı
dökülen döllerin sebebi
ve belki makus talihi
yener insan köleliğini
ölünce ve öldürünce âlemi
bitti a'raf'ın sabrı da taçsız kral gerilirken o ağaca
oysa sûreleri sürmüş biri dudaklarına-su veriyor kar'a
kum yergisi bir tepe öperken kanı engel oluyor adı
babasıymış ya terk etmiş zamansız çocuk ağıdı
burç üstüne rahmet dökecekmiş köle tanrınız-dedi
ölmedi ki Muhammed doğmadı-henüz çok çok yeni
şimdi girin cennete-cehenneme düşünüzde
kar da yağdırıyorum artık yağmursuz elinize
ilâh mı demiştiniz taparken ben'inize?
o benim işte...
Şiirin son bölümünü teşkil eden ve başlığıyla müsemma olabilecek son bölüm şairin tasavvufi bakış ve derinliğini ele veriyor. Yazımın başında zikrettiğim başlık itibariyle akaidimize ters gelen bir tarafı var gibi geliyor dediğim kısmın doyurucu finalini görüyoruz. Mansur’u ipe götüren düşüncenin en ham hali olurdu şiirin başlığını okuyup akaidimizde böyle demek küfre alamettir deyip şairi yargılamak. “ölünce ve öldürünce âlemi” ifadesi yine “ölmeden önce ölünüz” diye ifadesini bulan nefsi terbiye etmeye davet eden çağrının bir başka ifade biçimi.
Şairle aynı inanç ve düşünceyi paylaştığımız kanaatindeyim. Nefisleri (benlik) ilahlaştıran, maneviyattan yoksun ve kendi tapınaklarını kendi içlerinde var eden çağımız insanı kendi ilahına bile ihanet ederek maneviyatsız bir nesli adeta temelsiz bir bina gibi var etmeye çalışıyorlar. İşte bu noktada cahiliye devrinin “undan ilah yapar, acıkınca kırar yutar” mantığının çağımıza uyarlanmış halidir bu.
Bu şiiri irdelerken şairin deruni haline de temas etmeye çalıştım. Şiirin edebi yönünde bir eksiklik olmamakla birlikte bundan daha iyisi yazılacaksa bunu zaman içerisinde yine şairin kendisi yapacaktır diyorum. Şiirde hiç mi hata yok denilebilir. Benim ilk etapta gözüme çarpan şey “Spartaküs, Muhammed, Araf gibi isimlerin büyük harflerle başlamamış olmasıydı.
Mehtap Akkoyun gibi bir şairin önce şiirlerini okumak, sonra bu şiirleri irdeleyerek eleştiri/yorum serisine katmaktan haz ettim. Okudum…Okuyacağım dilim döndükçe de genç nesile işaret edeceğim.
Bekir K. Ahıskalı
Mayıs 3, 2009
Şiir Tahlilleri- 45 Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
“Müstebidler anlamıyor şairleri, o zaman ki anlar hemen ferman verir ölümüne” böyle diyordu Andrey Andreyeviç Voznesenski Komünist rejime muhalif ve Amerikan Beat kuşağı şiirleriyle.
Mehtap Akkoyun şiiri somutluktan ileri ve biteki alemi aşan yanıyla karşımızda. Bir söyleşimde “şair uçlarda gezinmeli” demiştim. Mehtap Akkoyun’u o uçlarda seyrediyoruz. Şair öylesine uçsuz bucaksız hayal gücüne sahip olmalı ki başkalarının hayalleriyle gezindiği noktalara o kalemiyle ayak basabilmelidir. Şiiri doyumsuz, şairi okunur yapacak olan. Kendisini tanıyalı fazla olmadı ama şiirlerini okumak kendisiyle alakalı bilgi edinmemi sağladı. Şiirlerini okuduğumda farklı yerlerde ama çoksa Mehtap Akkoyun benlikleriyle karşılaştım. Hepsi bakış, duruş ve söylev olarak şairi anlatıyorlardı. Bu noktadan hareketle “Tanrı senden daha köle” isimli şiirini irdelerken farklı bölümlerde, aynı benlikle takılınılan aynı tavrı farklı tonlarda yakaladım. Böylelikle şairin dünya görüşü, meseleler karşısında ki mukavemeti yeri geldiğinde teslimiyetçi ama çoğu zaman da iç alem merkezli isyanlarına şahit oldum.
Şiir “Tanrı senden daha köle” başlığı itibariyle alışkın olmadığımız bir ifade biçimi olsa da hemen ilk dizede ki tezat anlatım şekliyle biraz daha anlaşılır duruyor. Okuyucuya daha ilk dizde parçalarını tamamlaması gereken bir bulmaca hissi veriyor ki bu şairin yeteneğiyle alakalı bir durumdur. Burada leke kavramına değinmek lazım. Leke belleklerimizde siyah veya kirli gibi yer edinmiş olsa da onun, ekseriyete oranla az olan, zemine zıt bir azlık tanımlamasına girdiğini biliyoruz. Simsiyah bir sayfada küçük beyaz bir noktanın da leke tanımlamasına girmesi gibi.
“Tanrı senden daha köle” şiiri serbest vezin şiirler için bir numune-i imtisal.
Birbirinden bağımsız gibi duran ama temelde başlığından tutun ta son noktasına kadar bağlantılı dizelerden oluşuyor.
kar gibi bir leke duruyor avuçlarında zamanın
sen kölesin Spartaküs
tanrı senden daha köle
görmek ve örmek gerek çileyi
destûrsuz çölün dilinde
Şair ilk bölümde Spartaküs ile karşılıklı söyleşirken onu kendisi yapan ve bilinmesine sebep olan köleliği makamında tutup Tanrı için "senden daha köle" ifadesini seçiyor. Buradan Spartaküs ün yüceltiği mânâsı çıkartılabilirse de aşağıdaki dizeler bizim inanç ve bellek sistemimize yer edinen ve beyinlerimizdeki yansımazı çöl çileye eşdeğerdir tanımlamasıyla şairin o uçsuz bucaksız ufkunu bir nebze yakalayabiliyoruz. Spartaküs batılı efendilerine isyan etmişti. Önce askerdi, sonra haydut daha sonra köle ve bir başkaldırıyla yeniden birilerine hükmeden yanıyla kölelik kisvesi altında bir ulaşılmazlık yan sahibi. Şair Spartaküs'ün bu yanını irdeleyerek "Tanrı senden daha köle" diyerek nefsimizi kasdetmiş olabilir.
tanrınız inmedi henüz düzlüğe
duyulmaz sesleri nicedir kahır
bağrımda uslanmayan amansız yaradır
sen bu yarayı al beşiklere yatır
sonra bir türkü dök-hayata yağdır
yağsın toz duman hasret hevesiyle
sözlerine umut da olsa bir zerre
Şairin ikinci dizede işlediği duygular birinci dizedeki o başkaldırı ve bilgeliğin aksine başka bir mahvele yönelerek kendi iç sesleri, mırıltıları diyebileceğimiz hale bürünüyor. Şair birinci bölümdeki Spartaküs’ün içinde aramak istediği nefsi ilahlaştıran, onu öyle kabul eden düşünceyi yerle bir eden tavrından sonra tasavvufi bir gergeften geçirme işlemini kendi benliğine yapıyor gibi… Çekilen kahırların iç vaveylalardan ibaretliğini, “duyulmaz sesleri nicedir kahır” dizesiyle anlatırken, ona yol de göstermektedir. Bunu yaparken bir halk ozanı kadar, kanaat önderi tavır sezinledim.
armağandır kul'u terk ederken duâ gecede
boynumda yüz ve yıldan kalma bir yusufcuk
sen hiç görmedin yakut ışıklar büyütürken
ve sürerken tarihime bir parça hatıra-senden
sesinden nefesinden gül kokar ateş-ten
Üçüncü bölüm diyebileceğimiz bu bölümde kaleminin en olgun ve en terbiye edilmiş haline rastlıyoruz. Bu dizelerde şairin belagat gücü had safhada. Öyle ki bu dizelerin altına hangi usta şairin adınız yazarsanız yazın birçok eleştirmen en fazla şunu diyebilecektir “ben adı yazılı şairin bu dizelerin ilk defa okuyorum”. Burada anlatmak istediğim şairin kelimeleri terbiyesidir. Meral Akkoyun’u geleceğe taşıyacak olan da budur.
yemin verdim yüzünü sürmediğin secdeye
yaşlı sırlarımı ve gözlerimi alıp giderken
adım hep kana akar-kanla yazılır vakit derken
orta bir doğu ve doğum sancısı erken
tahtsız peygamberler gerilirken yakılırken
bir de ayet sancısı tutarken dillerin kasıklarını
tanrı-aşk-insan mı
dökülen döllerin sebebi
ve belki makus talihi
yener insan köleliğini
ölünce ve öldürünce âlemi
bitti a'raf'ın sabrı da taçsız kral gerilirken o ağaca
oysa sûreleri sürmüş biri dudaklarına-su veriyor kar'a
kum yergisi bir tepe öperken kanı engel oluyor adı
babasıymış ya terk etmiş zamansız çocuk ağıdı
burç üstüne rahmet dökecekmiş köle tanrınız-dedi
ölmedi ki Muhammed doğmadı-henüz çok çok yeni
şimdi girin cennete-cehenneme düşünüzde
kar da yağdırıyorum artık yağmursuz elinize
ilâh mı demiştiniz taparken ben'inize?
o benim işte...
Şiirin son bölümünü teşkil eden ve başlığıyla müsemma olabilecek son bölüm şairin tasavvufi bakış ve derinliğini ele veriyor. Yazımın başında zikrettiğim başlık itibariyle akaidimize ters gelen bir tarafı var gibi geliyor dediğim kısmın doyurucu finalini görüyoruz. Mansur’u ipe götüren düşüncenin en ham hali olurdu şiirin başlığını okuyup akaidimizde böyle demek küfre alamettir deyip şairi yargılamak. “ölünce ve öldürünce âlemi” ifadesi yine “ölmeden önce ölünüz” diye ifadesini bulan nefsi terbiye etmeye davet eden çağrının bir başka ifade biçimi.
Şairle aynı inanç ve düşünceyi paylaştığımız kanaatindeyim. Nefisleri (benlik) ilahlaştıran, maneviyattan yoksun ve kendi tapınaklarını kendi içlerinde var eden çağımız insanı kendi ilahına bile ihanet ederek maneviyatsız bir nesli adeta temelsiz bir bina gibi var etmeye çalışıyorlar. İşte bu noktada cahiliye devrinin “undan ilah yapar, acıkınca kırar yutar” mantığının çağımıza uyarlanmış halidir bu.
Bu şiiri irdelerken şairin deruni haline de temas etmeye çalıştım. Şiirin edebi yönünde bir eksiklik olmamakla birlikte bundan daha iyisi yazılacaksa bunu zaman içerisinde yine şairin kendisi yapacaktır diyorum. Şiirde hiç mi hata yok denilebilir. Benim ilk etapta gözüme çarpan şey “Spartaküs, Muhammed, Araf gibi isimlerin büyük harflerle başlamamış olmasıydı.
Mehtap Akkoyun gibi bir şairin önce şiirlerini okumak, sonra bu şiirleri irdeleyerek eleştiri/yorum serisine katmaktan haz ettim. Okudum…Okuyacağım dilim döndükçe de genç nesile işaret edeceğim.
Bekir K. Ahıskalı
Mayıs 3, 2009
Şiir Tahlilleri- 45 Mehtap Akkoyun’un “Tanrı senden daha köle” isimli şiiri üzerine
Şiir; Bir Başkaldırış mıdır?
Şiir; Bir Başkaldırış mıdır?
Şiir üzerine her konuşma, her tartışma Octavia Paz’ında dediği gibi
-Kaç kişi şiir kitabı okur ve bunlar kimlerdir? sorusuyla başlamalıdır.
Şiir okuyucucu Juan Roman Jimenez’in bir kitabında adadığı cümle gibi “ucu bucağı olmayan bir azınlığa” eş değer olabilir.
Yahut Stendhal’in “mutlu azınlığına indirger ki ucu bucağı olmayan sözcüğü onu çoğaltır. Ucu bucağı olmayan şeyin saylamayacağını düşünürsek sayılamayan şey az değildir sonucuna ulaşmak zorunda kalacağızdır.
Zaman ve zeminde hayat bulan kahramanlar yine zaman ve zemine göre soluklaşırlarken veya silinirlerken şiir, resim, heykel nesiller arası aktarımlarla günümüze taşınırlar. Tarihin ilk dönemlerinde de insanlar oyma şeklinde resimler yapar, işaret dilleriyle yazılar yazarlardı.
Bu nesiller arasında ki aktarımıyla günümüze değin gelmiştir. Günümüzde insanların Neolitik köylerini terk ederek toplu yaşam alanlarını tercih etmelerinin bir neticesi olarak toplumda tabakalaşma meydana gelmiştir. İnsanlar özgün işbirliği bölümlerine ayrılarak; işverenler, işçiler, gündelikçiler, din adamları, askerler, memurlar gibi tabakalaşmaya gitmek zorunda kalmakla beraber çeşitli azınlıkların bir arada var olmaları aralarındaki iletişimi dışlamaz- tam tersine- içine alır. Değişik tabakalar arasındaki ilişki ağı kavranılamaz ama bir şeyi vücuda getiri ki buda İnsan Kültürüdür
Buradan şu sonuca varmak kaçınılmazdır “Her bir kültürün üzerinde ve altında toplumun tüm üyelerinde ortak olan düşünceler, inançlar ve gelenekler vardır. Bu Toplumun düşünsel, duygusal ve yaşamsal temelidir. Arıca şiirinde dayanak noktasıdır.”
Kısaca insanlar sanat eserlerinde kendilerini tanırlar. Çünkü sanat eserleri onlara saklı bir bütünlüğün imgelerini sunar.
Eski ve yeni arasındaki geleneksel uyuşmazlığa ek olarak tarihsel ve tinsel bir doğası olan daha derin bir karşıtlık vardır.
Şiir vücuda getirilirken( bilinçli veya bilinçsiz) iki yol izlenmektedir.
Birincisi, moderniteye karşı bir başkaldırı olan şiir
İkincisi, modernitenin meydana getiricisi ve aynı zamanda tamamlayıcısı olanların vücuda getirdiği şiir
Romantizmden bu yana meydana gelen bu karşıtlık yeni kesintilerle perde aralarına dönüşebiliyordu. Romantizmle beraber şairler modernitenin asi çocukları olmuşlardır; onu yaraladıkça yükselmişlerdir.
Şiir ölümsüzlüğü değil yeniden dirilmeyi arzular.
Bazen beğeni, düşünce yada toplumsal inanç konularındaki değişim; yaşamı boyunca kutladığı bir şairi, arafa mahkum edebilir. Neruda, Aragon, Eluard, vs. şimdilerde siyasal günahlarının cezasını çekiyorlar. Burada özellikle ?günahları? diyorum çünkü Staliniz bana göre salt bir yanılgı değildi aynı zamanda ahlaki bir yanlıştı. Nazım Hikmet’te bir dönem siyasal günahının cezasını çekmiş ama ülkemizdeki tarihsel ve inanç konularında ki değişim
İlgi görmesini sağlamıştır.
Bunun tersi bir durumda söz konusu olabilir. Yaşamı boyunca ilgi ve alakadan yoksun kalan şair, gelecek dönemlerde fark edilerek yada savunduğu düşüncenin doğruluğunun kabul edilmesi yahut bir şekilde güçlenmesi neticesinde kutlanabilecektir. Nesimi’ yi düşünecek olursak buna verilebilecek bir örnektir. Yahut Farisi şair Hayyam burada örnek teşkil edebilir.
Bu iki durumun dışında birde yaşadıkları toplumlardan çok önde şiirler yazan ve anlaşılmaları ve sanattaki ustalıklarının kabul edilmesi zaman tünelinden süzülmedikçe anlaşılmayacak şairler vardır ki bunların ne siyasal günahları, ne tevekkülcülükleri, ne de kötümserlikleri olmaksızın sanattaki becerileriyle bulundukları raflardan geri konulmamak üzere inmelerini sağlamaktadır.
Şiir; şair tarafından bir şekilde pazara sunulan ve kalıcılığını, sürekliliğini, tüketim sınırlarını kendi sanatının içine sakladığı bir imgeler bütünüdür. İstatistiklerin, sayısal sonuçların az
ya da çok olması bir şiirin bütün devrilerde ki kalitesini ortaya çıkarmayacaktır. Şiir gelecek nesillere taşındıkça, değişen kültürle birlikte ilgi oranı da değişecektir. Ama yine belirtmek isterim ki sayısal rakamlarda ki az veya çokluk şiirin kalitesini belirlemez. Çok iyi bir şiir her devirde anlaşılamayacağı gibi, çok basit bir anlatımı olan şiirde, toplum katmanlarının eğitim, modernite, kültür tabakalaşması, çok kültürlülük gibi kıstasların süzgecinden geçmesi neticesinde yerini bulacaktır.
Şiir; bana göre bir başkaldırı şekli değildir. O kendine has çizgisiyle beklide uslanmanın bir başka adı olagelmiştir. Şair şiirini vitrine çıkarmadan önce yaşadığı ortamın, kültürün damak zevkine hitap etmelidir diye düşünüyorum. Kapalı bir toplumda sınırları zorlayacak şekilde cinsel içerikli bir şiir yazmak ve yayınlamak bir başkaldırı şeklinden öte, bir ego tatmini, haksız öne çıkma gayreti ve okuyucuya seçenek bırakmaksızın kendi menüsünü sunma gayretidir ki okuyucu şiirsel manada aç kalmayı göze alarak onu tatmak istemeyecektir.
Şiirde en önemli; şey şairin kendisini yazarken toplumun bireyi olduğunu unutmamasıdır.
Bunu göz önene alarak sıradanlığı sıra dışı bir anlatımla doyumsuz bir hale getirebilir. Böylelikle kendi toplumunun sıradanlıklarını ve herkesin her an tanık olduğu ama gördüğünün bile farkında olmadığı bir imgeyi evrensel bir dile çevirecektir.
Giuseppe Ungaretti, “Una Colamba” sın da(1925) çok güzel ifade etmiştir ki bu altı sözcükle bizi ucu bucağı olmayan bir dünyaya bağlamaktadır.
”D’altri diluvi una colomba ascolto” (Başka tufanlardan bir kumru duyuyorum)
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri 30 Mayıs
Şiir üzerine her konuşma, her tartışma Octavia Paz’ında dediği gibi
-Kaç kişi şiir kitabı okur ve bunlar kimlerdir? sorusuyla başlamalıdır.
Şiir okuyucucu Juan Roman Jimenez’in bir kitabında adadığı cümle gibi “ucu bucağı olmayan bir azınlığa” eş değer olabilir.
Yahut Stendhal’in “mutlu azınlığına indirger ki ucu bucağı olmayan sözcüğü onu çoğaltır. Ucu bucağı olmayan şeyin saylamayacağını düşünürsek sayılamayan şey az değildir sonucuna ulaşmak zorunda kalacağızdır.
Zaman ve zeminde hayat bulan kahramanlar yine zaman ve zemine göre soluklaşırlarken veya silinirlerken şiir, resim, heykel nesiller arası aktarımlarla günümüze taşınırlar. Tarihin ilk dönemlerinde de insanlar oyma şeklinde resimler yapar, işaret dilleriyle yazılar yazarlardı.
Bu nesiller arasında ki aktarımıyla günümüze değin gelmiştir. Günümüzde insanların Neolitik köylerini terk ederek toplu yaşam alanlarını tercih etmelerinin bir neticesi olarak toplumda tabakalaşma meydana gelmiştir. İnsanlar özgün işbirliği bölümlerine ayrılarak; işverenler, işçiler, gündelikçiler, din adamları, askerler, memurlar gibi tabakalaşmaya gitmek zorunda kalmakla beraber çeşitli azınlıkların bir arada var olmaları aralarındaki iletişimi dışlamaz- tam tersine- içine alır. Değişik tabakalar arasındaki ilişki ağı kavranılamaz ama bir şeyi vücuda getiri ki buda İnsan Kültürüdür
Buradan şu sonuca varmak kaçınılmazdır “Her bir kültürün üzerinde ve altında toplumun tüm üyelerinde ortak olan düşünceler, inançlar ve gelenekler vardır. Bu Toplumun düşünsel, duygusal ve yaşamsal temelidir. Arıca şiirinde dayanak noktasıdır.”
Kısaca insanlar sanat eserlerinde kendilerini tanırlar. Çünkü sanat eserleri onlara saklı bir bütünlüğün imgelerini sunar.
Eski ve yeni arasındaki geleneksel uyuşmazlığa ek olarak tarihsel ve tinsel bir doğası olan daha derin bir karşıtlık vardır.
Şiir vücuda getirilirken( bilinçli veya bilinçsiz) iki yol izlenmektedir.
Birincisi, moderniteye karşı bir başkaldırı olan şiir
İkincisi, modernitenin meydana getiricisi ve aynı zamanda tamamlayıcısı olanların vücuda getirdiği şiir
Romantizmden bu yana meydana gelen bu karşıtlık yeni kesintilerle perde aralarına dönüşebiliyordu. Romantizmle beraber şairler modernitenin asi çocukları olmuşlardır; onu yaraladıkça yükselmişlerdir.
Şiir ölümsüzlüğü değil yeniden dirilmeyi arzular.
Bazen beğeni, düşünce yada toplumsal inanç konularındaki değişim; yaşamı boyunca kutladığı bir şairi, arafa mahkum edebilir. Neruda, Aragon, Eluard, vs. şimdilerde siyasal günahlarının cezasını çekiyorlar. Burada özellikle ?günahları? diyorum çünkü Staliniz bana göre salt bir yanılgı değildi aynı zamanda ahlaki bir yanlıştı. Nazım Hikmet’te bir dönem siyasal günahının cezasını çekmiş ama ülkemizdeki tarihsel ve inanç konularında ki değişim
İlgi görmesini sağlamıştır.
Bunun tersi bir durumda söz konusu olabilir. Yaşamı boyunca ilgi ve alakadan yoksun kalan şair, gelecek dönemlerde fark edilerek yada savunduğu düşüncenin doğruluğunun kabul edilmesi yahut bir şekilde güçlenmesi neticesinde kutlanabilecektir. Nesimi’ yi düşünecek olursak buna verilebilecek bir örnektir. Yahut Farisi şair Hayyam burada örnek teşkil edebilir.
Bu iki durumun dışında birde yaşadıkları toplumlardan çok önde şiirler yazan ve anlaşılmaları ve sanattaki ustalıklarının kabul edilmesi zaman tünelinden süzülmedikçe anlaşılmayacak şairler vardır ki bunların ne siyasal günahları, ne tevekkülcülükleri, ne de kötümserlikleri olmaksızın sanattaki becerileriyle bulundukları raflardan geri konulmamak üzere inmelerini sağlamaktadır.
Şiir; şair tarafından bir şekilde pazara sunulan ve kalıcılığını, sürekliliğini, tüketim sınırlarını kendi sanatının içine sakladığı bir imgeler bütünüdür. İstatistiklerin, sayısal sonuçların az
ya da çok olması bir şiirin bütün devrilerde ki kalitesini ortaya çıkarmayacaktır. Şiir gelecek nesillere taşındıkça, değişen kültürle birlikte ilgi oranı da değişecektir. Ama yine belirtmek isterim ki sayısal rakamlarda ki az veya çokluk şiirin kalitesini belirlemez. Çok iyi bir şiir her devirde anlaşılamayacağı gibi, çok basit bir anlatımı olan şiirde, toplum katmanlarının eğitim, modernite, kültür tabakalaşması, çok kültürlülük gibi kıstasların süzgecinden geçmesi neticesinde yerini bulacaktır.
Şiir; bana göre bir başkaldırı şekli değildir. O kendine has çizgisiyle beklide uslanmanın bir başka adı olagelmiştir. Şair şiirini vitrine çıkarmadan önce yaşadığı ortamın, kültürün damak zevkine hitap etmelidir diye düşünüyorum. Kapalı bir toplumda sınırları zorlayacak şekilde cinsel içerikli bir şiir yazmak ve yayınlamak bir başkaldırı şeklinden öte, bir ego tatmini, haksız öne çıkma gayreti ve okuyucuya seçenek bırakmaksızın kendi menüsünü sunma gayretidir ki okuyucu şiirsel manada aç kalmayı göze alarak onu tatmak istemeyecektir.
Şiirde en önemli; şey şairin kendisini yazarken toplumun bireyi olduğunu unutmamasıdır.
Bunu göz önene alarak sıradanlığı sıra dışı bir anlatımla doyumsuz bir hale getirebilir. Böylelikle kendi toplumunun sıradanlıklarını ve herkesin her an tanık olduğu ama gördüğünün bile farkında olmadığı bir imgeyi evrensel bir dile çevirecektir.
Giuseppe Ungaretti, “Una Colamba” sın da(1925) çok güzel ifade etmiştir ki bu altı sözcükle bizi ucu bucağı olmayan bir dünyaya bağlamaktadır.
”D’altri diluvi una colomba ascolto” (Başka tufanlardan bir kumru duyuyorum)
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri 30 Mayıs
Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Bence Sen
Garpta dağ, şarkta ırmak
Nerde olsam murat sen;
Güneye düşse yolum
Dicle sensin, Fırat sen
Haymana ovasında
Ekin,harman, hasat sen;
Meltemimsin Boğaz’da
İzmir’deysem imbat sen;
Şiirsem, kekelerim
Anlam katan inşat sen.
Ben uyuşuk itidal
Şahlanan ifrat sen.
Bocalarım ben sensiz,
Ben ham ervah, irşat sen
Susuzken kaynağımsın
Boğulurken imdat sen
Cennette gül bahçesi
Cehennemde sırat sen
İşte sözün kısası
Hayat sensin, hayat sen!
Behçet Kemal Çağlar
Yunus; “Sevdiğimi demez isem sevmek derdi beni boğar” der. Bu Yunusça bir bakıştır. Bunun tersini de söylemek mümkündür. Yani desiseye alışan bir insanın desise etmemesi veya etmemeye çalışması da kolay bir durum değildir. Hayata baktığınız pencereden beslenir hayal dünyanız. Bir önceki eleştiri/yorumumda Aşık Veysel’in bu bakış açısına benzer bir duygu ve bakış açısıyla yazdığı “Saklarım Gözümde Güzelliğini” isimli şiirini tahlil etmiştim bir sonraki şiir olarak Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiirini seçmemin özel bir sebebi var. Koca bir imparatorluğun yıkılışını düşündükçe bazı kesimler tarafından yıkılışın sebepleri arasında gösterilen maneviyattan uzaklaşma seçeneğinin aslında kolay telaffuz edilecek bir ifade edilmemesi gerektiğini göstermek olduğu kadar böyle bir seçeneğin insanoğlunun maneviyat duygusunu bir şekilde tatmin ettiğini göz önüne sermektir. İmparatorluktan devlet haline küçüldüğümüz o günlerde inanç-inançsızlık çatışması yaşanmış gibi gözükse de yine meselenin temelinde yıllardan beri süregelen inanç zinciri ile yeni dünya düzeniyle birlikte ortaya çıkan inanç şekillerine tabi oluş ve çatışmasına şahit olmaktayız. O geçiş devrinin şairlerinin eserlerini ele almak ve eserlerindeki diğer yanlarını yansıtmak onları ve eserlerini daha iyi tahlil etmemize vesile olacaktır. Bu şiire de o gözle bakıp incelemek gerekmektedir.
İnsanoğlu tarihin her döneminde ya kendini aşan varlıklara karşı bir hayranlık, onları kutsallaştırma ve tapınılacak nesne ve varlıklar kabul etme ya da varlıklarını bildiklerini bile inkar etme yoluna gitmiştir. Put’a, Güneş’e, Ay’a,
tapınmaların temelinde bu duygularını tatmin etme ihtiyacı vardır. Değişen ve gelişen çağımızda bile bu duygulara rastlanmaktadır. Fransız ihtilali aklı Tanrı olarak kabul etmeyi getirmiştir. Ziya Gökalp bile dinleri toplumların kollektif şuuru ile izah eder ki Durkheim’den etkilenmiş ve birçok düşüncesinin temelinde ona dayanmıştır. Behçet Kemal Çağlar’ın bu şiirinde olmasa bile birçok şiirinde yer alan “kahramanlık kültü” nü de buna tabi edebiliriz. O zaman şunu diyebiliriz insanlarda köklü olan tapma duygusu kendisine daima yeni konular arar.Politeizm devrinde bu duygu yüzlerce tanrı şeklinde tecelli etmişti…
“Bence Sen” şiirine gelecek olursak Behçet Kemal Çağlar bu şiirinde vatan duygusunu din duygusuna eşdeğer hale getirmiştir. Onun “Baş Dönmeleri” isimli şiirinde tarihin sürekliliğiyle birlikte vatan- tapınmak çüzgüsinde ki gelgitlerine şahit olmuştum. Ne diyordu o şiirin son mısralarında
Sinan’ın güzelliği döndürmüştü başımı
…..
Ata’nın güzelliği döndürmüştü başımı
……
Vatanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
İnsanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
Bu dört baş dönmesinden ayrı bir baş dönmesi
Döne döne aramak belki mezar taşımı
….
7+7’li hece vezniyle yazdığı bu şiirinde gerek vezin gerekse şekil bakımından Anadolu Halk ozanlarının kullanmadıkları hece veznini kullanmış ve bu şiiriyle bizlere onları hatırlatmıştır.
“Bence Sen” şiirinin güçlü oluşu şiirin iskeletini oluşturan vezin ve kafiyeden ileri gelir. Bu şiirdeki kafiye tarzını daha çok gazel ve kasidelerde görmüştüm.
Bir mısra aralıklarla tekrarlanan kafiyeler şiiri güçlü kılıyor ve ahenk veriyor. Şiir boyunca tekrarlanan “sen” redifini de göz ardı edemeyiz. Şiire kattığı ahenk kadar içeriğine de “bütünlük” vermektedir. Yüceltme duygusuna tan bir isim verilmemekle beraber sevilen ve yüceltilen “vatan”dır. Şiir kafilerinin çeşitliliği bakımından da kayda değer bir şiirdir.
Şair sevilen yüce varlıktan aldığı gücü anlatmakta ve inancımızdaki ahiret, iyi, kötü, cennet, cehennem, mükafat ve mücazata esas konu ve neticelere temas etmektedir. Behçet Kemal Çağlar’ı okumayan, bilmeyen gençliğin bir yanı eksik kalacaktır.
Bekir Kale Ahıskalı
2 Aralık 2009
Şiir Tahlilleri-61 Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Bence Sen
Garpta dağ, şarkta ırmak
Nerde olsam murat sen;
Güneye düşse yolum
Dicle sensin, Fırat sen
Haymana ovasında
Ekin,harman, hasat sen;
Meltemimsin Boğaz’da
İzmir’deysem imbat sen;
Şiirsem, kekelerim
Anlam katan inşat sen.
Ben uyuşuk itidal
Şahlanan ifrat sen.
Bocalarım ben sensiz,
Ben ham ervah, irşat sen
Susuzken kaynağımsın
Boğulurken imdat sen
Cennette gül bahçesi
Cehennemde sırat sen
İşte sözün kısası
Hayat sensin, hayat sen!
Behçet Kemal Çağlar
Yunus; “Sevdiğimi demez isem sevmek derdi beni boğar” der. Bu Yunusça bir bakıştır. Bunun tersini de söylemek mümkündür. Yani desiseye alışan bir insanın desise etmemesi veya etmemeye çalışması da kolay bir durum değildir. Hayata baktığınız pencereden beslenir hayal dünyanız. Bir önceki eleştiri/yorumumda Aşık Veysel’in bu bakış açısına benzer bir duygu ve bakış açısıyla yazdığı “Saklarım Gözümde Güzelliğini” isimli şiirini tahlil etmiştim bir sonraki şiir olarak Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiirini seçmemin özel bir sebebi var. Koca bir imparatorluğun yıkılışını düşündükçe bazı kesimler tarafından yıkılışın sebepleri arasında gösterilen maneviyattan uzaklaşma seçeneğinin aslında kolay telaffuz edilecek bir ifade edilmemesi gerektiğini göstermek olduğu kadar böyle bir seçeneğin insanoğlunun maneviyat duygusunu bir şekilde tatmin ettiğini göz önüne sermektir. İmparatorluktan devlet haline küçüldüğümüz o günlerde inanç-inançsızlık çatışması yaşanmış gibi gözükse de yine meselenin temelinde yıllardan beri süregelen inanç zinciri ile yeni dünya düzeniyle birlikte ortaya çıkan inanç şekillerine tabi oluş ve çatışmasına şahit olmaktayız. O geçiş devrinin şairlerinin eserlerini ele almak ve eserlerindeki diğer yanlarını yansıtmak onları ve eserlerini daha iyi tahlil etmemize vesile olacaktır. Bu şiire de o gözle bakıp incelemek gerekmektedir.
İnsanoğlu tarihin her döneminde ya kendini aşan varlıklara karşı bir hayranlık, onları kutsallaştırma ve tapınılacak nesne ve varlıklar kabul etme ya da varlıklarını bildiklerini bile inkar etme yoluna gitmiştir. Put’a, Güneş’e, Ay’a,
tapınmaların temelinde bu duygularını tatmin etme ihtiyacı vardır. Değişen ve gelişen çağımızda bile bu duygulara rastlanmaktadır. Fransız ihtilali aklı Tanrı olarak kabul etmeyi getirmiştir. Ziya Gökalp bile dinleri toplumların kollektif şuuru ile izah eder ki Durkheim’den etkilenmiş ve birçok düşüncesinin temelinde ona dayanmıştır. Behçet Kemal Çağlar’ın bu şiirinde olmasa bile birçok şiirinde yer alan “kahramanlık kültü” nü de buna tabi edebiliriz. O zaman şunu diyebiliriz insanlarda köklü olan tapma duygusu kendisine daima yeni konular arar.Politeizm devrinde bu duygu yüzlerce tanrı şeklinde tecelli etmişti…
“Bence Sen” şiirine gelecek olursak Behçet Kemal Çağlar bu şiirinde vatan duygusunu din duygusuna eşdeğer hale getirmiştir. Onun “Baş Dönmeleri” isimli şiirinde tarihin sürekliliğiyle birlikte vatan- tapınmak çüzgüsinde ki gelgitlerine şahit olmuştum. Ne diyordu o şiirin son mısralarında
Sinan’ın güzelliği döndürmüştü başımı
…..
Ata’nın güzelliği döndürmüştü başımı
……
Vatanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
İnsanın güzelliği döndürmüştü başımı
….
Bu dört baş dönmesinden ayrı bir baş dönmesi
Döne döne aramak belki mezar taşımı
….
7+7’li hece vezniyle yazdığı bu şiirinde gerek vezin gerekse şekil bakımından Anadolu Halk ozanlarının kullanmadıkları hece veznini kullanmış ve bu şiiriyle bizlere onları hatırlatmıştır.
“Bence Sen” şiirinin güçlü oluşu şiirin iskeletini oluşturan vezin ve kafiyeden ileri gelir. Bu şiirdeki kafiye tarzını daha çok gazel ve kasidelerde görmüştüm.
Bir mısra aralıklarla tekrarlanan kafiyeler şiiri güçlü kılıyor ve ahenk veriyor. Şiir boyunca tekrarlanan “sen” redifini de göz ardı edemeyiz. Şiire kattığı ahenk kadar içeriğine de “bütünlük” vermektedir. Yüceltme duygusuna tan bir isim verilmemekle beraber sevilen ve yüceltilen “vatan”dır. Şiir kafilerinin çeşitliliği bakımından da kayda değer bir şiirdir.
Şair sevilen yüce varlıktan aldığı gücü anlatmakta ve inancımızdaki ahiret, iyi, kötü, cennet, cehennem, mükafat ve mücazata esas konu ve neticelere temas etmektedir. Behçet Kemal Çağlar’ı okumayan, bilmeyen gençliğin bir yanı eksik kalacaktır.
Bekir Kale Ahıskalı
2 Aralık 2009
Şiir Tahlilleri-61 Behçet Kemal Çağlar’ın “Bence Sen” isimli şiiri üzerine
Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine
Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine eleştiri/yorum
Karaman
Karaman'a hasretliğim
Üzüle üzüle bitmez;
Yollar bir ip, dağlar düğüm
Çözüle çözüle bitmez...
Sabah erkekler işine,
Döner akşamın beşine,
Güğümler çeşme başına,
Dizile dizile bitmez...
Biçim biçim fistanları,
Dile gelmez destanları,
Güz gelince bostanları,
Bozula bozula bitmez...
Kalesi tek bir şaheser!
Hatunya dilsizdir, susar
Mansurdede, Abbas, Hisar
Gezile gezile bitmez...
Kırmale yollarının sonu,
Şamkapı'ya bakar yönü,
Kırmale'den öte yanı,
Kazıla kazıla bitmez...
Git, gör İmaret'i aman!
Kimler geçmiş zaman zaman
Velhâsılı şu Karaman
Yazıla yazıla bitmez...
Bekir Sıtkı Erdoğan
Bir Yağmur Başladı 1957
Şüphesiz ki Bekir Sıtkı Erdoğan edebiyat dünyamıza güzel eserler kazandırmış güçlü bir kalem. Bir çok şiirinde gelenekten bazı unsurları içine almış eserleri mevcuttur. Ama umumiyetle Cumhuriyet devri Türkiye'sinin bir çok kalemi gibi batı tesiri akımların içerisinde kaldığını da söylemem gerekir. Ben Bekir Sıtkı Erdoğan'ı "Gurbetten geldim, yorgunum hancı" dizleriyle başlayan "Binbirinci Gece" isinli şiiriyle daha iyi tanıdım demekle beraber kendisine karşı önyargılarımın oluşmasına sebep olan ve daha lise yıllarımda okuduğum
"Ses ver bana ey koskoca mazi
Bana ses ver
Ses ver bana ses
Nerde o sevda, o vefa
Ses ver ki şu suskun dile bir şifa
İlham arayan ruhuma bir taze heves ver"
....
dizeleriyle başlayan "Ses Ver" isimli şiiriin bu şiirden çok kısa bir süre önce okuduğum Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal" şiirinin bir taklidi olduğunu düşünerek edebiyat öğretmenizizin kapısını çalarak o zaman ki pişmemişliğimle Bekir Sıtkı, Cenab Şehabeddin'den şiir aşırmış şeklinde ifade bulan çıkışımlır. Edebiyat öğretmenimden önce haddimi bilmem konusunda azarlanmış sonra öğretmenim Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal"ini okudunuz mu soruma karşılık almış olduğum "hayır" cevabı önyargılarımı güçlendirmekle beraber öğretmenime karşı da bir önyargılı davranmama sebep olmuştu. Cenab Şehabeddin'in
"Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu,
Ey mirvehe-i lâne-i mürgân
Ey bad-ı hırâmân,
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu
Başlarken ufukdan seyelana
Bâlîn-i cihâna.
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,
Bir nây-ı zümrüd gibi nâlân
Destimdeki nihâlân..."
....
dizeleriyle başlayan "Riyah-ı Leval"i okumamıştı ama benim bu düşünceme karşı haddimi bilmemi istemişti. Bu iki şiir arasındaki benzerliği de okuyucumun dikkatine sunmak istiyorum. Araştırıp okuyabilirler.
Geçmişte yaşadıklarıma dair bu kısa açıklamadaan sonra "Karaman" isimli şiirimiz dönmek istiyorum.Bekit Sıtkı Erdoğan'ın hece ile yazdığı şiirlerin içerisinde en başarılısı "Binbirinci Gece" isimli şiiridir. "Binbirinci Gece" şiirinde santimental ton vardır. Mübalağa yoktur ve hiçbir ifade şişirilmemiştir. Subjektif ve objektif unsurlar yerinde kullanılmış ve gerçeğe uygun tasvir edilmiştir. "Ses ver" isimli şiirini aruz vezniyle kaleme almıştır.
Her şair bilerek veya b,lmeyerek her şiirinde bir mekanizma oluşturur ve bu mekanizmayla şiiri istediği yere çeker. Şairler bazen de şiirlerinde oluşturdukları mekanizmalara tabi olurlar. "Karaman" isimli şiirde de bunu görmekteyiz. Şair mekanizmaya değil mekanizma şaire hakimdir. Yani Bekir Sıtkı Erdoğan da bir çok şairin yine aynı ifadeyi kullanacağım bilerek veya bilmeyerek vazin ve kafiyenin ahengine kapılıp mısraların yapısını işlemiş olsa da muhteviyatını nüanslı bir şekilde işleyememiştir. Ben bu tür şiirleri mekanizmaca yönlendirilmiş şiirler diye tanımlıyorum ve burada şiir şairin kontrolünden çıkıp vezin ve kafiyesinin ahengini tutturmak gayesiyle şairi mekanizmanın yörüngesinde hareket ettirdiğini düşünüyorum. Günümüzde özellikle hece vezni ve kafiyeli şiirler yazanların sıkça ve çokça bu yörüngede dolaştıklarını görmekteyim.
Yıllar önce kaleme aldığım yazılarımda sıkça değindiğim ve bir kez daha değinme gereği duyduğum ve günümüzde bazı karalama ehlinin 'etkilenmemek için başkalarının şiirlerini okumuyorum' diye ifade ettikleri düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu birkez daha görmekteyiz. Duygusal olsun mesleki olsun sizin alanınızd vücudaa getirilen eseleri okumadığınız, incelemediğiniz taktirde daha iyisini vücuda getiremeyeceğinizi iddia ediyorum. Kaldı ki hayatta başkalarının hata veya doğru olan tecrübelerinden istifade etmediğiniz taktirde kısa önrünüzün herşeyi deneme yanılma yoluyla yapmanıza imkan vermeyeceğini de çok iyi biliyoruz. O zaman özellikle şair okumalı...okumalı...çok okumalıdır.
Yine yeri gelmişken şiir ya gelenekten meydana getirilir ya da yenilikten meydana getirilir. Hangisinden meydana getirilirse getirilsin orijinalliği onun kabul görmesini sağlayacak ve onu geleceğe taşıyacaktır. Daima değişeni takip edip konu, şekil ve uslup olarak taklit ederek yeni görünmek çabası içine girmiş olmak o eserin yeni olması anlamına da gelmiyor. Taklitleri meydana getirmek için orijinali meydana getirmek kadar ceht etmeği gerektirmez ki taklidin kıymeti harbiyesi hiçbir zaman orijinal kadar olmayacaktır. Mesela Divan ve Halk edebiyatları birbirlerine zıt edebiyatlardır. Bununla beraber bu ikisinin de dışında olan modern şiirin değişim ve beslendiği yer itibariyle bu iki şiir türüne de baskınlığı kaçınılmaz alacaktı ve oldu da...
Bekir Kale Ahıskalı
14 Mart 2010
Şiir Tahlilleri-65 Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine
Karaman
Karaman'a hasretliğim
Üzüle üzüle bitmez;
Yollar bir ip, dağlar düğüm
Çözüle çözüle bitmez...
Sabah erkekler işine,
Döner akşamın beşine,
Güğümler çeşme başına,
Dizile dizile bitmez...
Biçim biçim fistanları,
Dile gelmez destanları,
Güz gelince bostanları,
Bozula bozula bitmez...
Kalesi tek bir şaheser!
Hatunya dilsizdir, susar
Mansurdede, Abbas, Hisar
Gezile gezile bitmez...
Kırmale yollarının sonu,
Şamkapı'ya bakar yönü,
Kırmale'den öte yanı,
Kazıla kazıla bitmez...
Git, gör İmaret'i aman!
Kimler geçmiş zaman zaman
Velhâsılı şu Karaman
Yazıla yazıla bitmez...
Bekir Sıtkı Erdoğan
Bir Yağmur Başladı 1957
Şüphesiz ki Bekir Sıtkı Erdoğan edebiyat dünyamıza güzel eserler kazandırmış güçlü bir kalem. Bir çok şiirinde gelenekten bazı unsurları içine almış eserleri mevcuttur. Ama umumiyetle Cumhuriyet devri Türkiye'sinin bir çok kalemi gibi batı tesiri akımların içerisinde kaldığını da söylemem gerekir. Ben Bekir Sıtkı Erdoğan'ı "Gurbetten geldim, yorgunum hancı" dizleriyle başlayan "Binbirinci Gece" isinli şiiriyle daha iyi tanıdım demekle beraber kendisine karşı önyargılarımın oluşmasına sebep olan ve daha lise yıllarımda okuduğum
"Ses ver bana ey koskoca mazi
Bana ses ver
Ses ver bana ses
Nerde o sevda, o vefa
Ses ver ki şu suskun dile bir şifa
İlham arayan ruhuma bir taze heves ver"
....
dizeleriyle başlayan "Ses Ver" isimli şiiriin bu şiirden çok kısa bir süre önce okuduğum Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal" şiirinin bir taklidi olduğunu düşünerek edebiyat öğretmenizizin kapısını çalarak o zaman ki pişmemişliğimle Bekir Sıtkı, Cenab Şehabeddin'den şiir aşırmış şeklinde ifade bulan çıkışımlır. Edebiyat öğretmenimden önce haddimi bilmem konusunda azarlanmış sonra öğretmenim Cenab Şehabeddin'in "Riyah-ı Leyal"ini okudunuz mu soruma karşılık almış olduğum "hayır" cevabı önyargılarımı güçlendirmekle beraber öğretmenime karşı da bir önyargılı davranmama sebep olmuştu. Cenab Şehabeddin'in
"Ey gizli kebuterlerin âheste sürûdu,
Ey mirvehe-i lâne-i mürgân
Ey bad-ı hırâmân,
Âfâka inince gecenin sütre-i dûdu
Başlarken ufukdan seyelana
Bâlîn-i cihâna.
Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât,
Bir nây-ı zümrüd gibi nâlân
Destimdeki nihâlân..."
....
dizeleriyle başlayan "Riyah-ı Leval"i okumamıştı ama benim bu düşünceme karşı haddimi bilmemi istemişti. Bu iki şiir arasındaki benzerliği de okuyucumun dikkatine sunmak istiyorum. Araştırıp okuyabilirler.
Geçmişte yaşadıklarıma dair bu kısa açıklamadaan sonra "Karaman" isimli şiirimiz dönmek istiyorum.Bekit Sıtkı Erdoğan'ın hece ile yazdığı şiirlerin içerisinde en başarılısı "Binbirinci Gece" isimli şiiridir. "Binbirinci Gece" şiirinde santimental ton vardır. Mübalağa yoktur ve hiçbir ifade şişirilmemiştir. Subjektif ve objektif unsurlar yerinde kullanılmış ve gerçeğe uygun tasvir edilmiştir. "Ses ver" isimli şiirini aruz vezniyle kaleme almıştır.
Her şair bilerek veya b,lmeyerek her şiirinde bir mekanizma oluşturur ve bu mekanizmayla şiiri istediği yere çeker. Şairler bazen de şiirlerinde oluşturdukları mekanizmalara tabi olurlar. "Karaman" isimli şiirde de bunu görmekteyiz. Şair mekanizmaya değil mekanizma şaire hakimdir. Yani Bekir Sıtkı Erdoğan da bir çok şairin yine aynı ifadeyi kullanacağım bilerek veya bilmeyerek vazin ve kafiyenin ahengine kapılıp mısraların yapısını işlemiş olsa da muhteviyatını nüanslı bir şekilde işleyememiştir. Ben bu tür şiirleri mekanizmaca yönlendirilmiş şiirler diye tanımlıyorum ve burada şiir şairin kontrolünden çıkıp vezin ve kafiyesinin ahengini tutturmak gayesiyle şairi mekanizmanın yörüngesinde hareket ettirdiğini düşünüyorum. Günümüzde özellikle hece vezni ve kafiyeli şiirler yazanların sıkça ve çokça bu yörüngede dolaştıklarını görmekteyim.
Yıllar önce kaleme aldığım yazılarımda sıkça değindiğim ve bir kez daha değinme gereği duyduğum ve günümüzde bazı karalama ehlinin 'etkilenmemek için başkalarının şiirlerini okumuyorum' diye ifade ettikleri düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu birkez daha görmekteyiz. Duygusal olsun mesleki olsun sizin alanınızd vücudaa getirilen eseleri okumadığınız, incelemediğiniz taktirde daha iyisini vücuda getiremeyeceğinizi iddia ediyorum. Kaldı ki hayatta başkalarının hata veya doğru olan tecrübelerinden istifade etmediğiniz taktirde kısa önrünüzün herşeyi deneme yanılma yoluyla yapmanıza imkan vermeyeceğini de çok iyi biliyoruz. O zaman özellikle şair okumalı...okumalı...çok okumalıdır.
Yine yeri gelmişken şiir ya gelenekten meydana getirilir ya da yenilikten meydana getirilir. Hangisinden meydana getirilirse getirilsin orijinalliği onun kabul görmesini sağlayacak ve onu geleceğe taşıyacaktır. Daima değişeni takip edip konu, şekil ve uslup olarak taklit ederek yeni görünmek çabası içine girmiş olmak o eserin yeni olması anlamına da gelmiyor. Taklitleri meydana getirmek için orijinali meydana getirmek kadar ceht etmeği gerektirmez ki taklidin kıymeti harbiyesi hiçbir zaman orijinal kadar olmayacaktır. Mesela Divan ve Halk edebiyatları birbirlerine zıt edebiyatlardır. Bununla beraber bu ikisinin de dışında olan modern şiirin değişim ve beslendiği yer itibariyle bu iki şiir türüne de baskınlığı kaçınılmaz alacaktı ve oldu da...
Bekir Kale Ahıskalı
14 Mart 2010
Şiir Tahlilleri-65 Bekir Sıtkı Erdoğan'ın "Karaman" isimli şiiri üzerine
Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş
Yarı olmuş mısır koçanlarının mor püskülünde akşam.
Tarlanın kenarında yer yer karpuz çekirdekleri
Çocuklarla beraber aynı rüyayı
Çırıl çıplak çınarların
Bütün ovayı süzen
Minare boyu tepelerinde
Kargalar.
Çocuklarla beraber aynı yaz rüyasını:
Sütlü mısırları,
Karpuz çekirdeklerini,
Olgun Vodina kavunlarının altın içimi
Kafalarını kanatlarının altına sokup üşüyerek,
Aynı yaz rüyasını görmekteler.
Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket...
Sait Faik Abasıyanık
(Şimdi Sevişme Vakti, 1958 İstanbul)
Bu anlatım tarzı batı edebiyatından gelmiştir. Zamanla Türk Edebiyatında daa en önemli anlatım vasıtası olmuştur ki bizim edebiyatımıza ilk gelişi Servet-i Fünuncularla gelmiştir. Bakışta bir şekli ve kalıbı varmış gibi görünse de her nesil kendi hayat görüşüne ve mizacına göre başka bir şekle sokmuştur. Sıfat Üslubu dediğimiz bu üslubun batıda fazla gelişmiş olmasının sebebi dış alemi kendi gerçekliği içinde görme, fenomenleri basitleştirmeden kavrama, anlama ve kainaatın zerreden kurreye kadar her bir görünüşüne ayna tutan resim ahlakı ve terbiyesidir.
Sait Faik'in hikayelerinde, varlıkların ve canlıların ilk göründükleri an bıraktıkları intiba ve ruh halletinin teferruatlarının taptaze bir üslupla anlatılışlarını başarıyla anlattığına şahit oluruz.
Ben Türk Edebiyatında sıfatları anlatma konusunda Sait Faik kadar mahir bir kaleme rastlamadığımı beyan etmeliyim. Onun varlık ve canlıları tasvir edişini okuyup gören okuyucu o varlık ve canlılarla bire bir temas ediyorum düşüncesine kapılır. Bu hissiyata kapılır.
Sait Faik'in tasvir ettiklerini gözden geçirince onlarla aralarında "doğrudan doğruya"lık hissine kapılan her tahlilci gibi ben de Orhan Veli ve Cahit Sıtkı arasında bir yakınlık kuruyorum. Bu üç kalem duyularla yaşamaya önem verirler. Andre Gide'in etkisi altında kaldıklarını düşünüyorum. Çünkü "sensualisme" bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Varlıkla doğrudan doğruya teması gaye edinmişlerdir. Bu sebeplede insanla varlık arasına bir perde gibi giren kelimeleri yok edercesine ustalıkla kullanırlar.
Edebiyat dille yapılan bir sanat olduğu için bunun mümkün olmadığını düşüneceksiniz ama dili kullanma konularındaki becerileri ile kendi varlıklarını unutturan bir intiba bırakırlar.
Meselenin başka bir boyutuna daha değinmek istiyorum. Esas meslekleri başka olanlar şiir yazdıkları zaman bazen şuurlu olarak, bazen alışkanlık ve mesleklerinin hayata aktarılışı olarak, bazen de farkında olmayarak meslkelerinden bazı şeyleri şiirlerine taşırlar. Bedri Rahmi'nin dünyaya bir ressam gözüyle bakmasının sebebi budur. Baktığı herşeyde bir renk görür ki bu da kelimeleri bir boya gibi kullanmasından anlaşılıyor.
Sait Faik'in bir haikeyeci olduğunu düşündüğümüzde gerek "Deli Çay" şiirnde gerekse Sait Faik denilince akla ilk gelen şiiri olan "Köprü" şiirinde bu anlatım tarzına rastlamaktayız. O sebeple Sait Faik'in her şiirinde muhtelif tiplere rastlamaktayız. Her birinin kendine has davranışı vardır.
Dikkatle takip eden okuyucu Orhan Veli'de de önce bir komedi yazarı izlerine, sonra siyaset, psikoloji, felsefe izlerine rastlayacaktır.Ben Sait Faik kadar
(şiirinde) kalabalık ve canlı tasvir eden birini tanımıyorum. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Cumhuriyet devri hikayecelerinin hemen hepsinde ki bunda bazı şairlerinden de söz edebiliriz gerçekçilik adına insanı insan yapan asli unsurları gözardı ederek sıraan bir varlık olarak görmelerinden sebep ruhtan uzaklaşmışlar ve maneviyatın lezzetli anlatım yanlarını unutmuşlardır. Böyle baktıkları için Türk halkını sadece açlıktan kıvranan, sefalet içinde olduğu gerçeğini görmüş diğer yanlarını gözardı etmişlerdir. Bu Marksist bir bakış açısıdır ama Türk halkı veya kültürü sadece bu iki unsurdan oluşmadığı gerçeğini de unutmuşlardır. Sait Faik'in yaşadığı dönemi ve etkisi altında kaldığı kişi ve zamanı resmettikten sonra "Deli Çay" şiirine geçmek ve onu tahlil etmek kısmına geçmek gerekir.
"Deli Çay" şiirinin (bana göre) temel mısrası
"Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket" mısrasıdır. Bizim kültümüzde olduğu gibi bir çok kültürde de çınar diğer ağaçlara nazaran daha asil bilinir. Bunu sebebi çınarın uzun yaşaması, efsanelerle eşdeğer anılması ve dayanıklılığıyla öne çıkmasıdır. Her nedense çınar ile kargayı aynı anda anmak pek sevimli karşılanmaz. Karga ise diğer uçan kanatlılara nazaran daha az sevimlidir. Sait Faik'in bu ikisini bir arada anmasının sebebi memleketin o zamanki haline bakış açısıdır. Memleketi daha viran ve sefalet içinde anlatmanın bir şeklidir. Sait Faik'in hikayecilik yanının ağır bastığı bu ifade biçimi yalın bir dille birkaç sayfada anlatamayacağımız bir ahvali tek dizeyle anlatmak mümkün olmuştur. u dizenin hemen arkasından gelen
"Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş"
mısraları bir önceki dizeyi destekleyen dizeler olsalar da yani evet hayatını hayvancılıkve tarımla sağlayan bir toplumda kebap lüks gıda tüketimi sayılması ve ona ulaşılamaması bu toplumun acı gerçeğidir. Bu durum bugünde değişmemiştir az bir azınlık harici et tüketimi lüks sınıfına girmektedir. Sait Faik'te bu durumu resmetmiştir. Bununla birlikte o sefalet haline rağmen kanaatkar bir yanımızı da dolaylı resmetmiştir. Sütlü mısır, küllü ateş gibi ifadeler üretimden uzak tabiatın verdikleriyle yetinmeye çalışan ama toprağı da tam işlemesini bilmeyen, sefaletin adına kanaat denen, zaman zamanda tembelliğini nasip değilmiş kılıfı giydiren kulaktan dolma bilgilerle akaidinin sağlamlığını savunan bir toplum tabakası...
Yukarıda da zikrettiğim gibi Sait Faik kadar kalabalık yazan bir kalem daha tanımadım. Hikayeciliğini tamamen şiirine taşımayı becerebilen bir kalem. Çınar başlarını minare tepelerine benzetir şair ve onun üzerine de kargaları tünetir. Bu o devril ana resmidir. Kargalarla çocuklar arasında bir bağlantı kurmaktadır ve her ikisinin de gördüklerinin bir rüya olduğunun farkındadır.
"Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar"
Bu dizeleri itibariyle Nazım Hikmet'in "sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız" dizesinin bir başka şekilde anlatılış biçimidir aslında. Elleri, tenleri toprak kokan, inek kokan vefakar, fedakar, sadık ama hak ettiği kıymeti görmeyen kadınlarımız. Bu da bizim erkekliği güç sayan ve dışarıya iyi içeriye hor ve zaman zamanda zalim davranan bunu da inancıymış gibi gösteren, içindeki zaafiyetleri başkasına güvensizlik olarak ortaya koyan diğer bir yanımız. Kadın evde, erkek cephededir, erkek şehit olur, gazi olur kahraman olur da kadın evde hizmetçi sayılır halimiz bakışımız... Ancak izin verilse de verilmese de istisnaları ortaya çıkınca onların da Rabia gibi ermiş olabileceği, Nene Hatun gibi kahraman olabileceğini kabul etmek zorunda kalaan bir anlayış kazıntısı, kalıntısı...
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Bu mısralar günümüzde olduğu gibi toplum katmanları arasında oluşan efendi ve hizmetçiler anlayışının aynısıdır. Toplumunu oluşturan kitleler arasındaaki uçurumu büyüyen toplumlar zamanla çatırdamaya ve yine zamanın içinde parçalanarak ya başka toplumları meydana getirmeye ya da yok olmaya mahkumdurlar. Sait Faik'in
tarlaları basan "Deli Çay" ı da bir başkaldırışın doğa diliyle anlatımıdır.
Bir hikayecinin kaleminden bir şiir ne kadar güzel olursa o kadar güzeldir Sait Faik şiiri. İlk ortaya çıkışı itibariyle tepki aldığı ve uyumdan uzak olduğu dile getirilse de yine ilk ortaya çıktığı yıllar itibariyle farklı oluşu itibariyle takip edilen, tercih edilen ve aranılan bir "sıfat üslubu"dur Sait Faik şiiri
Bekir Kale Ahıskalı
1 Şubat 2010
Şiir Tahlilleri- 63 Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş
Yarı olmuş mısır koçanlarının mor püskülünde akşam.
Tarlanın kenarında yer yer karpuz çekirdekleri
Çocuklarla beraber aynı rüyayı
Çırıl çıplak çınarların
Bütün ovayı süzen
Minare boyu tepelerinde
Kargalar.
Çocuklarla beraber aynı yaz rüyasını:
Sütlü mısırları,
Karpuz çekirdeklerini,
Olgun Vodina kavunlarının altın içimi
Kafalarını kanatlarının altına sokup üşüyerek,
Aynı yaz rüyasını görmekteler.
Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket...
Sait Faik Abasıyanık
(Şimdi Sevişme Vakti, 1958 İstanbul)
Bu anlatım tarzı batı edebiyatından gelmiştir. Zamanla Türk Edebiyatında daa en önemli anlatım vasıtası olmuştur ki bizim edebiyatımıza ilk gelişi Servet-i Fünuncularla gelmiştir. Bakışta bir şekli ve kalıbı varmış gibi görünse de her nesil kendi hayat görüşüne ve mizacına göre başka bir şekle sokmuştur. Sıfat Üslubu dediğimiz bu üslubun batıda fazla gelişmiş olmasının sebebi dış alemi kendi gerçekliği içinde görme, fenomenleri basitleştirmeden kavrama, anlama ve kainaatın zerreden kurreye kadar her bir görünüşüne ayna tutan resim ahlakı ve terbiyesidir.
Sait Faik'in hikayelerinde, varlıkların ve canlıların ilk göründükleri an bıraktıkları intiba ve ruh halletinin teferruatlarının taptaze bir üslupla anlatılışlarını başarıyla anlattığına şahit oluruz.
Ben Türk Edebiyatında sıfatları anlatma konusunda Sait Faik kadar mahir bir kaleme rastlamadığımı beyan etmeliyim. Onun varlık ve canlıları tasvir edişini okuyup gören okuyucu o varlık ve canlılarla bire bir temas ediyorum düşüncesine kapılır. Bu hissiyata kapılır.
Sait Faik'in tasvir ettiklerini gözden geçirince onlarla aralarında "doğrudan doğruya"lık hissine kapılan her tahlilci gibi ben de Orhan Veli ve Cahit Sıtkı arasında bir yakınlık kuruyorum. Bu üç kalem duyularla yaşamaya önem verirler. Andre Gide'in etkisi altında kaldıklarını düşünüyorum. Çünkü "sensualisme" bir hayat felsefesi haline getirmişlerdir. Varlıkla doğrudan doğruya teması gaye edinmişlerdir. Bu sebeplede insanla varlık arasına bir perde gibi giren kelimeleri yok edercesine ustalıkla kullanırlar.
Edebiyat dille yapılan bir sanat olduğu için bunun mümkün olmadığını düşüneceksiniz ama dili kullanma konularındaki becerileri ile kendi varlıklarını unutturan bir intiba bırakırlar.
Meselenin başka bir boyutuna daha değinmek istiyorum. Esas meslekleri başka olanlar şiir yazdıkları zaman bazen şuurlu olarak, bazen alışkanlık ve mesleklerinin hayata aktarılışı olarak, bazen de farkında olmayarak meslkelerinden bazı şeyleri şiirlerine taşırlar. Bedri Rahmi'nin dünyaya bir ressam gözüyle bakmasının sebebi budur. Baktığı herşeyde bir renk görür ki bu da kelimeleri bir boya gibi kullanmasından anlaşılıyor.
Sait Faik'in bir haikeyeci olduğunu düşündüğümüzde gerek "Deli Çay" şiirnde gerekse Sait Faik denilince akla ilk gelen şiiri olan "Köprü" şiirinde bu anlatım tarzına rastlamaktayız. O sebeple Sait Faik'in her şiirinde muhtelif tiplere rastlamaktayız. Her birinin kendine has davranışı vardır.
Dikkatle takip eden okuyucu Orhan Veli'de de önce bir komedi yazarı izlerine, sonra siyaset, psikoloji, felsefe izlerine rastlayacaktır.Ben Sait Faik kadar
(şiirinde) kalabalık ve canlı tasvir eden birini tanımıyorum. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Cumhuriyet devri hikayecelerinin hemen hepsinde ki bunda bazı şairlerinden de söz edebiliriz gerçekçilik adına insanı insan yapan asli unsurları gözardı ederek sıraan bir varlık olarak görmelerinden sebep ruhtan uzaklaşmışlar ve maneviyatın lezzetli anlatım yanlarını unutmuşlardır. Böyle baktıkları için Türk halkını sadece açlıktan kıvranan, sefalet içinde olduğu gerçeğini görmüş diğer yanlarını gözardı etmişlerdir. Bu Marksist bir bakış açısıdır ama Türk halkı veya kültürü sadece bu iki unsurdan oluşmadığı gerçeğini de unutmuşlardır. Sait Faik'in yaşadığı dönemi ve etkisi altında kaldığı kişi ve zamanı resmettikten sonra "Deli Çay" şiirine geçmek ve onu tahlil etmek kısmına geçmek gerekir.
"Deli Çay" şiirinin (bana göre) temel mısrası
"Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket" mısrasıdır. Bizim kültümüzde olduğu gibi bir çok kültürde de çınar diğer ağaçlara nazaran daha asil bilinir. Bunu sebebi çınarın uzun yaşaması, efsanelerle eşdeğer anılması ve dayanıklılığıyla öne çıkmasıdır. Her nedense çınar ile kargayı aynı anda anmak pek sevimli karşılanmaz. Karga ise diğer uçan kanatlılara nazaran daha az sevimlidir. Sait Faik'in bu ikisini bir arada anmasının sebebi memleketin o zamanki haline bakış açısıdır. Memleketi daha viran ve sefalet içinde anlatmanın bir şeklidir. Sait Faik'in hikayecilik yanının ağır bastığı bu ifade biçimi yalın bir dille birkaç sayfada anlatamayacağımız bir ahvali tek dizeyle anlatmak mümkün olmuştur. u dizenin hemen arkasından gelen
"Sütlü mısırların kebap edildiği
Kebap mısır kokusu küllü ateş"
mısraları bir önceki dizeyi destekleyen dizeler olsalar da yani evet hayatını hayvancılıkve tarımla sağlayan bir toplumda kebap lüks gıda tüketimi sayılması ve ona ulaşılamaması bu toplumun acı gerçeğidir. Bu durum bugünde değişmemiştir az bir azınlık harici et tüketimi lüks sınıfına girmektedir. Sait Faik'te bu durumu resmetmiştir. Bununla birlikte o sefalet haline rağmen kanaatkar bir yanımızı da dolaylı resmetmiştir. Sütlü mısır, küllü ateş gibi ifadeler üretimden uzak tabiatın verdikleriyle yetinmeye çalışan ama toprağı da tam işlemesini bilmeyen, sefaletin adına kanaat denen, zaman zamanda tembelliğini nasip değilmiş kılıfı giydiren kulaktan dolma bilgilerle akaidinin sağlamlığını savunan bir toplum tabakası...
Yukarıda da zikrettiğim gibi Sait Faik kadar kalabalık yazan bir kalem daha tanımadım. Hikayeciliğini tamamen şiirine taşımayı becerebilen bir kalem. Çınar başlarını minare tepelerine benzetir şair ve onun üzerine de kargaları tünetir. Bu o devril ana resmidir. Kargalarla çocuklar arasında bir bağlantı kurmaktadır ve her ikisinin de gördüklerinin bir rüya olduğunun farkındadır.
"Boşnakça konuşan
Büyük mum bacaklı,
Sakarya suyu yüzlü,
Elleri inek ve buzağı kokan sarışın kadınlar"
Bu dizeleri itibariyle Nazım Hikmet'in "sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız" dizesinin bir başka şekilde anlatılış biçimidir aslında. Elleri, tenleri toprak kokan, inek kokan vefakar, fedakar, sadık ama hak ettiği kıymeti görmeyen kadınlarımız. Bu da bizim erkekliği güç sayan ve dışarıya iyi içeriye hor ve zaman zamanda zalim davranan bunu da inancıymış gibi gösteren, içindeki zaafiyetleri başkasına güvensizlik olarak ortaya koyan diğer bir yanımız. Kadın evde, erkek cephededir, erkek şehit olur, gazi olur kahraman olur da kadın evde hizmetçi sayılır halimiz bakışımız... Ancak izin verilse de verilmese de istisnaları ortaya çıkınca onların da Rabia gibi ermiş olabileceği, Nene Hatun gibi kahraman olabileceğini kabul etmek zorunda kalaan bir anlayış kazıntısı, kalıntısı...
Gündelikçilerin efendilerine
Bedava gördükleri hizmetlerine kızmış gibi
Tarlaları basan "Deli Çay"
Bu mısralar günümüzde olduğu gibi toplum katmanları arasında oluşan efendi ve hizmetçiler anlayışının aynısıdır. Toplumunu oluşturan kitleler arasındaaki uçurumu büyüyen toplumlar zamanla çatırdamaya ve yine zamanın içinde parçalanarak ya başka toplumları meydana getirmeye ya da yok olmaya mahkumdurlar. Sait Faik'in
tarlaları basan "Deli Çay" ı da bir başkaldırışın doğa diliyle anlatımıdır.
Bir hikayecinin kaleminden bir şiir ne kadar güzel olursa o kadar güzeldir Sait Faik şiiri. İlk ortaya çıkışı itibariyle tepki aldığı ve uyumdan uzak olduğu dile getirilse de yine ilk ortaya çıktığı yıllar itibariyle farklı oluşu itibariyle takip edilen, tercih edilen ve aranılan bir "sıfat üslubu"dur Sait Faik şiiri
Bekir Kale Ahıskalı
1 Şubat 2010
Şiir Tahlilleri- 63 Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiiri üzerine
20 Mart 2011
Beklemek
Beklemek
Bir yolcu bekliyorum
Dağın arkasından gelecek
Tebessüm doğuracak
Sözü bal bakışı çiçek
Bir yolcu bekliyorum
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları- 198
Bir yolcu bekliyorum
Dağın arkasından gelecek
Tebessüm doğuracak
Sözü bal bakışı çiçek
Bir yolcu bekliyorum
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları- 198
Suçluluğum
Suçluluğum
Suları taşlayan el kadar suçluyum işte
Gölgesini yere düşüren kadar kayıbım var
Verdiğim nefesten fazla değil aldığım nefes
Yeni tevbe etmiş günahkar kadardırm daram
Suları taşlayan el kadar suçluyum işte
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-197
Suları taşlayan el kadar suçluyum işte
Gölgesini yere düşüren kadar kayıbım var
Verdiğim nefesten fazla değil aldığım nefes
Yeni tevbe etmiş günahkar kadardırm daram
Suları taşlayan el kadar suçluyum işte
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-197
18 Mart 2011
Aşk Böyledir Küçüğüm
Aşk Böyledir Küçüğüm
Aşk böyledir küçüğüm
Kıvılcım olmak yetmez
Yaktıkça yakmak ister
Yandıkça yanmak ister
Aşk böyledir küçüğüm
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-196
www.bekirkaleahiskali.com
Aşk böyledir küçüğüm
Kıvılcım olmak yetmez
Yaktıkça yakmak ister
Yandıkça yanmak ister
Aşk böyledir küçüğüm
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-196
www.bekirkaleahiskali.com
16 Mart 2011
Karınca ağlaması
Karınca ağlaması
Bir karınca ağlıyordu kendi dilince
Dağların dayanılmaz yalnızlığına
Ağrıyan yanlarından sırrı ifşa olurken
Gözyaşları nehir olmuş akıyordu
Bir karınca ağlıyordu kendi dilince
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-195
Bir karınca ağlıyordu kendi dilince
Dağların dayanılmaz yalnızlığına
Ağrıyan yanlarından sırrı ifşa olurken
Gözyaşları nehir olmuş akıyordu
Bir karınca ağlıyordu kendi dilince
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-195
Düşmeye gör
Düşmeye gör
Düşmeye gör
Âmâ görür
Sağır duyar
Lal anlatır
Düşmeye gör
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-194
Düşmeye gör
Âmâ görür
Sağır duyar
Lal anlatır
Düşmeye gör
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-194
Kör Irmaklar
Kör Irmaklar
İnsanların kusurlarını görmemek adına
Denizlere çıkamayan ırmaklar kadar kör
Uyurken düş gören çocuk kadar barışçı
İnsanlıktan çıkmadan, insanca yaşamak
İnsanların kusurlarını görmemek adına
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-193
İnsanların kusurlarını görmemek adına
Denizlere çıkamayan ırmaklar kadar kör
Uyurken düş gören çocuk kadar barışçı
İnsanlıktan çıkmadan, insanca yaşamak
İnsanların kusurlarını görmemek adına
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-193
Okyanus yürek
Okyanus yürek
Okyanus gibi bir yüreğin yoksa
Ufuktan gelecek yunus bekleme
Bekletme kağıttan yelkenlileri
Bırak gözyaşlarında yüzsünler
Okyanus gibi bir yüreğin yoksa
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-192
Okyanus gibi bir yüreğin yoksa
Ufuktan gelecek yunus bekleme
Bekletme kağıttan yelkenlileri
Bırak gözyaşlarında yüzsünler
Okyanus gibi bir yüreğin yoksa
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-192
13 Mart 2011
Hasretim
Hasretim
Gözlerim közlenir
Denizler köpük terler
Günebakanlar boyun büker
Seni her düşündüğümde
Gözlerim közlenir
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-191
Gözlerim közlenir
Denizler köpük terler
Günebakanlar boyun büker
Seni her düşündüğümde
Gözlerim közlenir
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-191
11 Mart 2011
Çünkü ben sevdim
Çünkü ben sevdim
Sevgili Sinhare
Kuşlar gibi yüreğimi kanatlarımın altında taşımak istedim. Sana yanık buğdayların teninden yeni hayatlar sunabilmeyi istedim. Karnı deşilen toprak gibi sana yeni düşünceler doğurmak istedim. Güneşe erişmek için kökleriyle toprağa tutunan bir kavak gibi dimdik, dosdoğru sana doğru uzamak istedim. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Kendi boynumu uzattım kendi darağacıma, kendimi kendime cellat ettim.
Dumanına lanet etmeden beni yakıp yandıran sevdanın, önce yanmamış parçalarımı topladım sonra kendi cehennemimde bir kere daha yaktım. Lanetledim eksik yanan yanlarımı. Bir buse serinliğinde hayat bulmaya çalıştım. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Arkamda dumandan izler bırakarak kendimden firar ettim.
İçimde sütunlaşan yosunlu mermerleri andıran eğreti duruşları bir bir yıktım. Kendi salamı verdim kendi dudaklarımdan. Yolumu kesen gözyaşından kulelere aldırış etmedim. Kendi cenazemin başında Fatiha'lar, Yasin'ler okudum. Kendimi taşların bağrına ağlayarak gömdüm. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Yerlerde sürünmekten cinnet geçiren gölgemi teskin edip, yüreğimi yaren ettim.
Ben seni severken çocuk saflığımı ortalarda bıraktım. Ağaç dallarında asılı kalan umutlarımı yellere emanet edip, birlikteliklerin tadımlığına kanıp, vuslatımı ayrılıklarla takas ettim. Ses tokluğuna sevdana razı oldum. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Yankısı düşmüş kayıp sesinin peşinden koştum, doğruluktan ayrılıklar adına yalandan birliktelikleri talan ettim, viran ettim.
Şimdi yüzümdeki kelebek ömürlü tebessümlere şaşırmıyorum. Sevda sözcüklerinin tüketilişine de üzülmüyorum. Ellerin dediği bir rivayetmiş meğer, en büyük yalanı yaşamlar söylermiş. Şimdi kendimi gitmek zorunda olduğun yalanına inandırmaya çalışıyorum. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Seyrine doyulmaz gerçeklere kulak kapatıp, yüreğimi talan edişine göz yumdum, bir yalana biat ettim. 11 Mart 2011
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibeye Mektuplar 224
Not: Mektuplarımın ve kalbimin sahibi sevgili Ayla Sinhare ye dair yanlış anlaşılabilecek cümleler olduğu düşünerek eğer böyle bir yanlış anlaşılma olursa kendisinden temiz ruhlu, güzel yürekli, yanık buğday tenli Sinhare den özür dilerim. O ki benim için en doğru ve en güzel insandır.
Sevgili Sinhare
Kuşlar gibi yüreğimi kanatlarımın altında taşımak istedim. Sana yanık buğdayların teninden yeni hayatlar sunabilmeyi istedim. Karnı deşilen toprak gibi sana yeni düşünceler doğurmak istedim. Güneşe erişmek için kökleriyle toprağa tutunan bir kavak gibi dimdik, dosdoğru sana doğru uzamak istedim. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Kendi boynumu uzattım kendi darağacıma, kendimi kendime cellat ettim.
Dumanına lanet etmeden beni yakıp yandıran sevdanın, önce yanmamış parçalarımı topladım sonra kendi cehennemimde bir kere daha yaktım. Lanetledim eksik yanan yanlarımı. Bir buse serinliğinde hayat bulmaya çalıştım. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Arkamda dumandan izler bırakarak kendimden firar ettim.
İçimde sütunlaşan yosunlu mermerleri andıran eğreti duruşları bir bir yıktım. Kendi salamı verdim kendi dudaklarımdan. Yolumu kesen gözyaşından kulelere aldırış etmedim. Kendi cenazemin başında Fatiha'lar, Yasin'ler okudum. Kendimi taşların bağrına ağlayarak gömdüm. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Yerlerde sürünmekten cinnet geçiren gölgemi teskin edip, yüreğimi yaren ettim.
Ben seni severken çocuk saflığımı ortalarda bıraktım. Ağaç dallarında asılı kalan umutlarımı yellere emanet edip, birlikteliklerin tadımlığına kanıp, vuslatımı ayrılıklarla takas ettim. Ses tokluğuna sevdana razı oldum. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Yankısı düşmüş kayıp sesinin peşinden koştum, doğruluktan ayrılıklar adına yalandan birliktelikleri talan ettim, viran ettim.
Şimdi yüzümdeki kelebek ömürlü tebessümlere şaşırmıyorum. Sevda sözcüklerinin tüketilişine de üzülmüyorum. Ellerin dediği bir rivayetmiş meğer, en büyük yalanı yaşamlar söylermiş. Şimdi kendimi gitmek zorunda olduğun yalanına inandırmaya çalışıyorum. Çünkü ben sevdim. Sevilmesem de sevdim. Seyrine doyulmaz gerçeklere kulak kapatıp, yüreğimi talan edişine göz yumdum, bir yalana biat ettim. 11 Mart 2011
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibeye Mektuplar 224
Not: Mektuplarımın ve kalbimin sahibi sevgili Ayla Sinhare ye dair yanlış anlaşılabilecek cümleler olduğu düşünerek eğer böyle bir yanlış anlaşılma olursa kendisinden temiz ruhlu, güzel yürekli, yanık buğday tenli Sinhare den özür dilerim. O ki benim için en doğru ve en güzel insandır.
10 Mart 2011
Yeni yakılmış kına gibi
Yeni yakılmış kına gibi
Sen sevgilim Sinhare
Okunu fırlatmış yaya benzersin
Yeni yakılmış kınaya benzersin
Başımda dönen aya benzersin
Sen sevgilim Sinhare
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-190
Sen sevgilim Sinhare
Okunu fırlatmış yaya benzersin
Yeni yakılmış kınaya benzersin
Başımda dönen aya benzersin
Sen sevgilim Sinhare
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-190
Çiçekler
Çiçekler
Bakma gündüzün işvelendiklerine
Geceleyin çiçekler daha cömerttir
Daha sadık olurlar açtıkları toprağa
Gecenin koynunda uyur öyle kalırlar
Bakma gündüzün işvelendiklerine
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-189
Bakma gündüzün işvelendiklerine
Geceleyin çiçekler daha cömerttir
Daha sadık olurlar açtıkları toprağa
Gecenin koynunda uyur öyle kalırlar
Bakma gündüzün işvelendiklerine
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-189
Bırak bekleme
Bırak bekleme
Bir seher beklemiyorsan
Gün uyuyakaldı sanılsın
Bırak ay kana kana batsın
Sevişmeler uzadıkça uzasın
Bir seher beklemiyorsan
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-188
Bir seher beklemiyorsan
Gün uyuyakaldı sanılsın
Bırak ay kana kana batsın
Sevişmeler uzadıkça uzasın
Bir seher beklemiyorsan
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-188
9 Mart 2011
Sinhare Seher'e mektuplar
Sinhare Seher'e mektuplar
Sevgili Sinhare
Nelerimi almadılar ki. Gülen yüzümden, suskun yüreğimden başka neyim kaldı ki. Kimse arzularımı sormadı. Bir kere karaladığımız satırları ömür boyu ahdim bildim. Peki başkalarının karaladıkları satırlara verdikleri sözlere ne oldu. Şimdi kötü günlerimin sahibi oldular. Bu ezik yaşamın kıyılarını bile bana çok gören yokluğuma ağlayacağını beyan edenler kalmamasına rağmen varlığımı güldürmeyen, yokluğumda kimin için ağlayacak. Gidişime mi yoksa kullanılışıma mı yoksa mahrum kalacakları sevda sözcüklerine mi?
İlk ve son umudum sensin demiştim Sinhare. Yüreğim sevdana parçalar verdikçe büyüdü. Koşulsuzca koşaraktan hem de nice acılara koşularaktan bilemezsin.
Bir bakışının izi var yüzümde bir de gözyaşlarımın bıraktığı iz. Benim utanılacak yaralarım hiç olmadı. İçimdeki güzel kız bir ninniyi kıskandıracak kadar güzel uyuyordu. Uzaklardan gelenler de uzaklarda kalanlar da beni hep ağlattılar.. Siyah perçemler örtmek istiyorum yüzüme.Yüreğine düşen kor sen oldun. Soğuk memleketlerden sıcak sular getirip başına dökmedin bir kere. Kuzeyden gelen ilk sıcak rüzgar olmanı bekledim durdum..
Seni seviyor muyum diye kendimle bir buluşma ayarladım. Her seferinde seni çok sevdiğim kararlara imza attı yüreğim. Ben en çok aşkı severim en çok aşktan korkarım derdim şimdi aşk seninle korkulacak olmaktan çıktı. Kaldırımları arşınlıyorum mevsimine yabancı bir güneş adet yerini bulsun diye düşmüş kaldırım taşlarına.
Kredisi olmayan bir aşkın limit aşım bedelini ödüyorum sanki. Her düşüncem senden yana ve her soluğuma bloke konulmuş gibi. Uzaklara gönderdiğim dostlarım sevgili edasıyla dönmek istiyorlar.
Yine mecburum tanrı misafiri merhametini beklemeye. Gözlerimden düşen yaşları engellemek için parmak uçlarım yeteli gelmiyor. Kulaklarıma bir sala sesi daha düşerken rüzgar bu yaslı günümde isten(me)dik şekilde çözecek düğmeleri. Sen iste(me)ye iste(me)ye karşılık vereceksin bu yasallığa. Gönül yaşlarımı yine görmezden geleceksin. Tesadüfi bir ayakta kalmışlığımın olağan gölgesi düşerken yere bir başka dayanağım kalmayacak. Böylesine uzak bir dağa dayanmaktan daha başka çaremde yok... Koca dağ denilen Erciyes eteklerine saklanacak yine. Ben seni açığa çıkarmak isterken sen Erciyes'i saklayacaksın.
Keşke sıkıntılarım önüme dökülen saçımı arkaya atmak kadar kolay olsalardı. Bir sigara dumanı gibi çekip gitmeye hazır dursalardı. Beynimden aldıkları komutla üst üste atılan iki bacaktan altta olanıyım ben. Sabit hareketsiz kalıyorum üzerimize çullanan ve keyfi davranan diğer ayağa.
Beni böylesine çaresiz koyan bu aşkın kırbacı mıdır? Yoksa kendi çaresizliğimin kıyısında mı boğuluyorum?
İhtiyarlıktan uzak eli bastonlu bir yaşlı gibi gözden kaybolmak istiyorum. Güneş dağların arkasına saklanmaya giderken ben sesinin kulaklarıma düşmesini bekliyorum. Ayakları bisiklet pedalına yetişmeyen bir çocuk tütün tabakasından çıkardığı tütünü sarıyor gibi yaparak dünyanın gülmeyen yanını yakmaya çalışıyor. Bilmem ki beni terbiye edişin ne zaman bitecek.
Kara sevdan dokunduğu her yanımı aklaştırıyor. Dün denecek kadar yakın bir zamanda gördüğün saçlarım beyazladılar. Bu sevda beni bir kere daha vurdu. Azılı bir kaçağı vurarak düşürürcesine vurulmadık yanım kalmadı. Ceylanları bekleyen durdun sular gibi bir yanımı kokuşturarak bekliyorum seni
Bekir Kale Ahıskalı
Sinhare Seher'e Mektuplar 223
Sevgili Sinhare
Nelerimi almadılar ki. Gülen yüzümden, suskun yüreğimden başka neyim kaldı ki. Kimse arzularımı sormadı. Bir kere karaladığımız satırları ömür boyu ahdim bildim. Peki başkalarının karaladıkları satırlara verdikleri sözlere ne oldu. Şimdi kötü günlerimin sahibi oldular. Bu ezik yaşamın kıyılarını bile bana çok gören yokluğuma ağlayacağını beyan edenler kalmamasına rağmen varlığımı güldürmeyen, yokluğumda kimin için ağlayacak. Gidişime mi yoksa kullanılışıma mı yoksa mahrum kalacakları sevda sözcüklerine mi?
İlk ve son umudum sensin demiştim Sinhare. Yüreğim sevdana parçalar verdikçe büyüdü. Koşulsuzca koşaraktan hem de nice acılara koşularaktan bilemezsin.
Bir bakışının izi var yüzümde bir de gözyaşlarımın bıraktığı iz. Benim utanılacak yaralarım hiç olmadı. İçimdeki güzel kız bir ninniyi kıskandıracak kadar güzel uyuyordu. Uzaklardan gelenler de uzaklarda kalanlar da beni hep ağlattılar.. Siyah perçemler örtmek istiyorum yüzüme.Yüreğine düşen kor sen oldun. Soğuk memleketlerden sıcak sular getirip başına dökmedin bir kere. Kuzeyden gelen ilk sıcak rüzgar olmanı bekledim durdum..
Seni seviyor muyum diye kendimle bir buluşma ayarladım. Her seferinde seni çok sevdiğim kararlara imza attı yüreğim. Ben en çok aşkı severim en çok aşktan korkarım derdim şimdi aşk seninle korkulacak olmaktan çıktı. Kaldırımları arşınlıyorum mevsimine yabancı bir güneş adet yerini bulsun diye düşmüş kaldırım taşlarına.
Kredisi olmayan bir aşkın limit aşım bedelini ödüyorum sanki. Her düşüncem senden yana ve her soluğuma bloke konulmuş gibi. Uzaklara gönderdiğim dostlarım sevgili edasıyla dönmek istiyorlar.
Yine mecburum tanrı misafiri merhametini beklemeye. Gözlerimden düşen yaşları engellemek için parmak uçlarım yeteli gelmiyor. Kulaklarıma bir sala sesi daha düşerken rüzgar bu yaslı günümde isten(me)dik şekilde çözecek düğmeleri. Sen iste(me)ye iste(me)ye karşılık vereceksin bu yasallığa. Gönül yaşlarımı yine görmezden geleceksin. Tesadüfi bir ayakta kalmışlığımın olağan gölgesi düşerken yere bir başka dayanağım kalmayacak. Böylesine uzak bir dağa dayanmaktan daha başka çaremde yok... Koca dağ denilen Erciyes eteklerine saklanacak yine. Ben seni açığa çıkarmak isterken sen Erciyes'i saklayacaksın.
Keşke sıkıntılarım önüme dökülen saçımı arkaya atmak kadar kolay olsalardı. Bir sigara dumanı gibi çekip gitmeye hazır dursalardı. Beynimden aldıkları komutla üst üste atılan iki bacaktan altta olanıyım ben. Sabit hareketsiz kalıyorum üzerimize çullanan ve keyfi davranan diğer ayağa.
Beni böylesine çaresiz koyan bu aşkın kırbacı mıdır? Yoksa kendi çaresizliğimin kıyısında mı boğuluyorum?
İhtiyarlıktan uzak eli bastonlu bir yaşlı gibi gözden kaybolmak istiyorum. Güneş dağların arkasına saklanmaya giderken ben sesinin kulaklarıma düşmesini bekliyorum. Ayakları bisiklet pedalına yetişmeyen bir çocuk tütün tabakasından çıkardığı tütünü sarıyor gibi yaparak dünyanın gülmeyen yanını yakmaya çalışıyor. Bilmem ki beni terbiye edişin ne zaman bitecek.
Kara sevdan dokunduğu her yanımı aklaştırıyor. Dün denecek kadar yakın bir zamanda gördüğün saçlarım beyazladılar. Bu sevda beni bir kere daha vurdu. Azılı bir kaçağı vurarak düşürürcesine vurulmadık yanım kalmadı. Ceylanları bekleyen durdun sular gibi bir yanımı kokuşturarak bekliyorum seni
Bekir Kale Ahıskalı
Sinhare Seher'e Mektuplar 223
Anlamak ile anlatmak arasında
Anlamak ile anlatmak arasında
Sevgili Sinhare
Kederi, acıyı, sevinci, aşkı başı dik yaşamalı insan.Şair ki yürek işçisidir. Gönlüyle kazanmıştır her ne kazanmışsa.
Bir ömür gönül yükü çeker durur. Bekler bir çölün ortasında bir bulut gölgesi beklercesine. Bir kervan bekler sadece sevgilinin diyarından gelenleri görebilmek için. Sevgili görmek nimeti çoktur ona onu görenleri görmeyi de çok görür kendine. Onun yaşadığı topraklardan gelenleri görmek ister, onun bastığı topraklara basanı... Onun bakışlarının dokunduğu eşyayı görenleri görmeyi arzular. Aslında o sevgilinin gözlerine bakacak kadar da dirayetli değildir. Bu yangına katlanamayacağını bilir. Bilir ki sevgilinin gözlerinden çıkan bir kıvılcım yürek tarlasındaki bütün başaklarını yakıp yandıracaktır. Harmanını savuracak, hasadını yele verecektir.
Aslında şair de bilir ki esen yelin maksadı bunun harmanını savurmak değildir. O her daim esmektedir ve o nice yangınları körüklemektedir ama yine de ister ki o yel savursun kendisini. O yele tutkundur çünkü. Oysa o yel dağların sevgilisidir. Daha seher vakti denizin kollarından kalkıp, kıyıları vurmuş ve eteklerini sallayarak zirvelere tırmanmıştır. O dağların sevgilisidir. Vadilerden yar edinmek ona göre değildir. O her daim gitmelidir. Kal diye yalvarıldıkça getirmediği şeyleri de kendisine zirvelere doğru toplanır.
Sevgili Sinhare
Yeller ki dokunmayı, yıkmayı, çekip gitmeyi becerebilirler ama kalıp sevişmeyi bir türlü beceremezler. Uzun süreli sevgiler, sevişmeler yellere göre değildir. Onlar ki dalına küsen yaprakların dökülmesi için bir bahanedirler. Buluta küsen güneş gibi saklanır sevenlerin yüreğini zindan ederler. Bazen esrarlı bir yaz gecesi ateşböceklerinin kanına girerek bir göç tuttururlar bazen soğuk bir kış gecesi çakal ulumalarını kulaklarımıza taşırlar da bir türlü sevgili olmayı beceremezler.
Sevgilim
Sen hayatın gerçeklerinden sıyrılmadan bense gönlümün sevdiklerinden ayrılmadan yol alıyoruz. Şimdi hayatı yaşamakla anlamak arasında değil anlamakla anlatmak arasında bir yerlerde seni bekliyorum. 09 Mart 2011
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibe'ye Mektuplar 222
Lebibe’ye Mektuplar Sevdiğim aşık olduğum kadın Seher’e yazılmış aşk mektuplarıdır
Sevgili Sinhare
Kederi, acıyı, sevinci, aşkı başı dik yaşamalı insan.Şair ki yürek işçisidir. Gönlüyle kazanmıştır her ne kazanmışsa.
Bir ömür gönül yükü çeker durur. Bekler bir çölün ortasında bir bulut gölgesi beklercesine. Bir kervan bekler sadece sevgilinin diyarından gelenleri görebilmek için. Sevgili görmek nimeti çoktur ona onu görenleri görmeyi de çok görür kendine. Onun yaşadığı topraklardan gelenleri görmek ister, onun bastığı topraklara basanı... Onun bakışlarının dokunduğu eşyayı görenleri görmeyi arzular. Aslında o sevgilinin gözlerine bakacak kadar da dirayetli değildir. Bu yangına katlanamayacağını bilir. Bilir ki sevgilinin gözlerinden çıkan bir kıvılcım yürek tarlasındaki bütün başaklarını yakıp yandıracaktır. Harmanını savuracak, hasadını yele verecektir.
Aslında şair de bilir ki esen yelin maksadı bunun harmanını savurmak değildir. O her daim esmektedir ve o nice yangınları körüklemektedir ama yine de ister ki o yel savursun kendisini. O yele tutkundur çünkü. Oysa o yel dağların sevgilisidir. Daha seher vakti denizin kollarından kalkıp, kıyıları vurmuş ve eteklerini sallayarak zirvelere tırmanmıştır. O dağların sevgilisidir. Vadilerden yar edinmek ona göre değildir. O her daim gitmelidir. Kal diye yalvarıldıkça getirmediği şeyleri de kendisine zirvelere doğru toplanır.
Sevgili Sinhare
Yeller ki dokunmayı, yıkmayı, çekip gitmeyi becerebilirler ama kalıp sevişmeyi bir türlü beceremezler. Uzun süreli sevgiler, sevişmeler yellere göre değildir. Onlar ki dalına küsen yaprakların dökülmesi için bir bahanedirler. Buluta küsen güneş gibi saklanır sevenlerin yüreğini zindan ederler. Bazen esrarlı bir yaz gecesi ateşböceklerinin kanına girerek bir göç tuttururlar bazen soğuk bir kış gecesi çakal ulumalarını kulaklarımıza taşırlar da bir türlü sevgili olmayı beceremezler.
Sevgilim
Sen hayatın gerçeklerinden sıyrılmadan bense gönlümün sevdiklerinden ayrılmadan yol alıyoruz. Şimdi hayatı yaşamakla anlamak arasında değil anlamakla anlatmak arasında bir yerlerde seni bekliyorum. 09 Mart 2011
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibe'ye Mektuplar 222
Lebibe’ye Mektuplar Sevdiğim aşık olduğum kadın Seher’e yazılmış aşk mektuplarıdır
Kurumuş çeşmeler gibi
Kurumuş çeşmeler gibi
Kurumuş çeşmeler gibi
Ağlamayı bilmeyen gözler
Git artık…
Daha fazla sevilmeyi
Beceremezsin artık...
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-187
Kurumuş çeşmeler gibi
Ağlamayı bilmeyen gözler
Git artık…
Daha fazla sevilmeyi
Beceremezsin artık...
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-187
Gül-Göz-Güzel
Gül-Göz-Güzel
Güneşi gördüm önünde bulutlar ağlıyordu
Güzeller gördüm aşkından yiğitler ağlıyordu
Dağlar gördüm üzerinden yollar geçiyordu
Güller gördüm kapısında bülbüller inliyordu
Gözleri gördüm ağlamayı hiç bilmiyorlardı
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-186
Güneşi gördüm önünde bulutlar ağlıyordu
Güzeller gördüm aşkından yiğitler ağlıyordu
Dağlar gördüm üzerinden yollar geçiyordu
Güller gördüm kapısında bülbüller inliyordu
Gözleri gördüm ağlamayı hiç bilmiyorlardı
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltısı-186
Yazmazsam eğer
Yazmazsam eğer
Kalemle soyarım sevgiliyi
Ben yazmazsam eğer ölürüm
Yazacak bir şeyi olmayanın
Yapacak çok şeyi olur
Kırk elli çoçuk babası olurum
Ben yazmazsam eğer
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-185
Kalemle soyarım sevgiliyi
Ben yazmazsam eğer ölürüm
Yazacak bir şeyi olmayanın
Yapacak çok şeyi olur
Kırk elli çoçuk babası olurum
Ben yazmazsam eğer
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-185
Saçımdaki aklar
Saçımdaki aklar
Başımda taç gibi duran
Ak saçlar kendi emeğim
Siyahlara sevinmem ben
Çokluğuna şikayet etmem
Başımda taç gibi duran
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-184
Başımda taç gibi duran
Ak saçlar kendi emeğim
Siyahlara sevinmem ben
Çokluğuna şikayet etmem
Başımda taç gibi duran
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-184
8 Mart 2011
Dünya Kadınlar Günü
Sevgili Sinhare
Zaman sabittir, değişken ve akıcı olan canlılar ve maddedir. Bir yıl önce bugün zaman aynıydı ama madde ve canlılar farklıydı.
Zaman içerisinde maddeyle birlikte insanlarda akar ki ferdi bağlamdaki bu akışla birlikte haneler, mahalleler, şehirler, milletlerde akmış olurlar. Bu akışla birlikte değişimler, yenilikler ve yenilgiler olur. İnsan bu akışkanlık ve değişkenlik içerisinde coğrafyasını ve kültürünü değiştirir. Bu değişimle birlikte insanoğlu, geçmişini de geleceğe taşımak zorunluluğunda kalır. Geçmişinden beslenmeyen bir kültürün değişimi ve sağlıklı yaşamı düşünülemeyeceği gibi, bu değişimin temel taşları olan insani değerlerimizin de tamamen yok sayılması sosyal bir çöküntünün habercisi olduğu kadar, kişisel çöküntünün de habercisi olur.
Bu değişimin sağlıklı ve bilinçli yapılabilmesi için insanın kendisine düşen vazifeler vardır. İnsan her yeni soluğuyla ya yenilik ve güzelliklerin habercisi ya da pörsüme ve çöküntülerin habercisi olacaktır. İnsan kendi öz değerleri diyebileceğimiz saygı ve sevgi gibi hissiyatları koruma adına önce kendisine saygı ve sevgi duymalı ve bunun neticesinde de yaşadığı toplumu bu yönde şekillendirmenin sancısını kasıklarında hissetmelidir. Bir kişinin değişmesiyle başlar her şey. Bir taşın temele koyulmasıyla yükselir bütün değerler ve yine bir taşın temelden çekilmesiyle başlar çöküş ve yıkıntılar.
Sevgili Sinhare
İnsanoğlu ekseriyetle anlık kazanç ve hazların peşine düşerek yaşadığı ve gelecekte yaşaması muhtemel güzellikleri sekteye uğratabilir. Bu da toplumun en temel dinamiklerinden olan burjuvazinin sağlıksız değişimiyle meydana gelir. Bu sağlıksız değişim her şeyi yerinden oynatır ve kişileri olduğu gibi toplumu da başka mecralara çekerek içten çöküntüyü başlatır. Bu durumda gözlemlenen en belirgin değişim elit, entellektüel kültüre sahip zengin ve saygın insanların yerlerini sıradan, yüzdelikle çalışan ve yönetimin sırtından bir tufeyli gibi beslenen ithal ve ucuz malzeme burjuvazisi kültürünün yer alışıdır. İnsanın özellikle kent kültürünün en belirgin düşmanı bu kesimdir.
Millet olarak son zamanlarda özellikle son yirmi beş-otuz yılımıza baktığımızda bu tür ani çıkış yapan insanlara sıkça rastlamaktayız. Bunlar sokağımıza, mahallemize sonradan gelmiş, menfaatin peşinden koşan ve günümüz ekonomik sisteminin kaçınılmaz bir sonucu olan ucuz malzeme zenginleridir. Ucuz yürekleriyle kocaman sevdalara talip olmaya kalkarlar ve iyi ambalajlarıyla kofluklarını saklamaya kalkarlar. Para ve güç (dolayısıyla iktidar) ellerinde olduğu içinde bulundukları ortama istedikleri daha doğrusu kendilerinin bile bilmediği bir kültürü aşılayarak kültürel bir deformasyona sebep olurlar. Beyefendilik yerine ağam, paşam kültürüyle hareket ederler ki bu daha çok kapılarında kulluk makamı oluşturdukları anlamına gelmektedir. Kolay kazanan, çabuk kazanan, çalışmadan kazanan bir selamla işler bitiren, aşklar bitiren, yapay aşklar peydahlayan bu kesim ne yazık ki iktidarla iç içe yaşar. Kimseler fark etmez ama bu cehalet şehrin, memleketin kültürel geleceğine ipotek koyar.
Kitap okumayan (bir kısmı eğitimli bile olmayan), tiyatroya gitmeyen, içinde kazanç ve bireysel tatminleri olmayan hiç bir şeye katılmayan bu sömürücüler kendi sınıfını meydana getirirler. CAHİL ZENGİN diyebileceğimiz bu yıkımcı kesimin tahribatına karşı en temel çözüm kaybolan nezaket, saygı ve sevgi kültürümüzün yeniden sahiplenilmesi olacaktır.
Bu yobaz burjuvazinin elinde; vakıflar ve dernekler bir çeşit kumarhane ve sınıf lokalleri haline gelmektedir. Bu vakıf veya derneklere girdiğinizde üzerinize önce yoğun bir alkol kokusu, argo kelimelerden oluşan lügatları ve gözlerinize kızgın ateş gibi dökülen cehaletleriyle adeta sürekli görevde olan yıkım ekibi gibi çalışırlar.
Sevgili Sinhare
Böyle bir eğreti yapının karşısında ne kadar sağlam durulursa öylece sağlam durmaya çalışıyor zaman zaman bu burjuvaziden üzerime sıçrayan pislikleri temizlemeye çalışıyor, zaman zaman da sıçrayanlara daha fazla maruz kalmamak için susuyorsam eğer kendimi sana olduğum gibi taşıma gayretimdendir. Kirlenmeden ve daha kirlilerle muhatap olmadan geçmeye çalıştığım sokaklar ve mahalleler ve hatta şehirler olduğunun da farkındayım. Belki sana ulaşamayacağım ama sana gelen bu yolda temiz kalarak, kalmaya çalışarak yol alabilirsem aldığım her adım yok benim için bayraklaşan bir sevdanın onurlu mücadelesi olacaktır.
Güzeli görselleştirerek bir şölene dönüştürebilen bir toplumun bireyleri olmaktan, çirkini görselleştiren ve bu görselliğe hayran, meftun olan bir toplumun bireyleri olmaya dönüştüğümüz bu günlerde her şeyin ama her şeyin gönlünce olması dileklerimle.
Bunlar bekleyen, bu yola baş koyan, seni seven adamın satırlarıdır. Dünya kadınlar günün kutlu olsun 08.03.2011
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibe’ye Mektuplar 221
Zaman sabittir, değişken ve akıcı olan canlılar ve maddedir. Bir yıl önce bugün zaman aynıydı ama madde ve canlılar farklıydı.
Zaman içerisinde maddeyle birlikte insanlarda akar ki ferdi bağlamdaki bu akışla birlikte haneler, mahalleler, şehirler, milletlerde akmış olurlar. Bu akışla birlikte değişimler, yenilikler ve yenilgiler olur. İnsan bu akışkanlık ve değişkenlik içerisinde coğrafyasını ve kültürünü değiştirir. Bu değişimle birlikte insanoğlu, geçmişini de geleceğe taşımak zorunluluğunda kalır. Geçmişinden beslenmeyen bir kültürün değişimi ve sağlıklı yaşamı düşünülemeyeceği gibi, bu değişimin temel taşları olan insani değerlerimizin de tamamen yok sayılması sosyal bir çöküntünün habercisi olduğu kadar, kişisel çöküntünün de habercisi olur.
Bu değişimin sağlıklı ve bilinçli yapılabilmesi için insanın kendisine düşen vazifeler vardır. İnsan her yeni soluğuyla ya yenilik ve güzelliklerin habercisi ya da pörsüme ve çöküntülerin habercisi olacaktır. İnsan kendi öz değerleri diyebileceğimiz saygı ve sevgi gibi hissiyatları koruma adına önce kendisine saygı ve sevgi duymalı ve bunun neticesinde de yaşadığı toplumu bu yönde şekillendirmenin sancısını kasıklarında hissetmelidir. Bir kişinin değişmesiyle başlar her şey. Bir taşın temele koyulmasıyla yükselir bütün değerler ve yine bir taşın temelden çekilmesiyle başlar çöküş ve yıkıntılar.
Sevgili Sinhare
İnsanoğlu ekseriyetle anlık kazanç ve hazların peşine düşerek yaşadığı ve gelecekte yaşaması muhtemel güzellikleri sekteye uğratabilir. Bu da toplumun en temel dinamiklerinden olan burjuvazinin sağlıksız değişimiyle meydana gelir. Bu sağlıksız değişim her şeyi yerinden oynatır ve kişileri olduğu gibi toplumu da başka mecralara çekerek içten çöküntüyü başlatır. Bu durumda gözlemlenen en belirgin değişim elit, entellektüel kültüre sahip zengin ve saygın insanların yerlerini sıradan, yüzdelikle çalışan ve yönetimin sırtından bir tufeyli gibi beslenen ithal ve ucuz malzeme burjuvazisi kültürünün yer alışıdır. İnsanın özellikle kent kültürünün en belirgin düşmanı bu kesimdir.
Millet olarak son zamanlarda özellikle son yirmi beş-otuz yılımıza baktığımızda bu tür ani çıkış yapan insanlara sıkça rastlamaktayız. Bunlar sokağımıza, mahallemize sonradan gelmiş, menfaatin peşinden koşan ve günümüz ekonomik sisteminin kaçınılmaz bir sonucu olan ucuz malzeme zenginleridir. Ucuz yürekleriyle kocaman sevdalara talip olmaya kalkarlar ve iyi ambalajlarıyla kofluklarını saklamaya kalkarlar. Para ve güç (dolayısıyla iktidar) ellerinde olduğu içinde bulundukları ortama istedikleri daha doğrusu kendilerinin bile bilmediği bir kültürü aşılayarak kültürel bir deformasyona sebep olurlar. Beyefendilik yerine ağam, paşam kültürüyle hareket ederler ki bu daha çok kapılarında kulluk makamı oluşturdukları anlamına gelmektedir. Kolay kazanan, çabuk kazanan, çalışmadan kazanan bir selamla işler bitiren, aşklar bitiren, yapay aşklar peydahlayan bu kesim ne yazık ki iktidarla iç içe yaşar. Kimseler fark etmez ama bu cehalet şehrin, memleketin kültürel geleceğine ipotek koyar.
Kitap okumayan (bir kısmı eğitimli bile olmayan), tiyatroya gitmeyen, içinde kazanç ve bireysel tatminleri olmayan hiç bir şeye katılmayan bu sömürücüler kendi sınıfını meydana getirirler. CAHİL ZENGİN diyebileceğimiz bu yıkımcı kesimin tahribatına karşı en temel çözüm kaybolan nezaket, saygı ve sevgi kültürümüzün yeniden sahiplenilmesi olacaktır.
Bu yobaz burjuvazinin elinde; vakıflar ve dernekler bir çeşit kumarhane ve sınıf lokalleri haline gelmektedir. Bu vakıf veya derneklere girdiğinizde üzerinize önce yoğun bir alkol kokusu, argo kelimelerden oluşan lügatları ve gözlerinize kızgın ateş gibi dökülen cehaletleriyle adeta sürekli görevde olan yıkım ekibi gibi çalışırlar.
Sevgili Sinhare
Böyle bir eğreti yapının karşısında ne kadar sağlam durulursa öylece sağlam durmaya çalışıyor zaman zaman bu burjuvaziden üzerime sıçrayan pislikleri temizlemeye çalışıyor, zaman zaman da sıçrayanlara daha fazla maruz kalmamak için susuyorsam eğer kendimi sana olduğum gibi taşıma gayretimdendir. Kirlenmeden ve daha kirlilerle muhatap olmadan geçmeye çalıştığım sokaklar ve mahalleler ve hatta şehirler olduğunun da farkındayım. Belki sana ulaşamayacağım ama sana gelen bu yolda temiz kalarak, kalmaya çalışarak yol alabilirsem aldığım her adım yok benim için bayraklaşan bir sevdanın onurlu mücadelesi olacaktır.
Güzeli görselleştirerek bir şölene dönüştürebilen bir toplumun bireyleri olmaktan, çirkini görselleştiren ve bu görselliğe hayran, meftun olan bir toplumun bireyleri olmaya dönüştüğümüz bu günlerde her şeyin ama her şeyin gönlünce olması dileklerimle.
Bunlar bekleyen, bu yola baş koyan, seni seven adamın satırlarıdır. Dünya kadınlar günün kutlu olsun 08.03.2011
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibe’ye Mektuplar 221
Bağrımda kama gibi
Bağrımda kama gibi
Bağrımda kama gibi parlıyor sevdam
Bağrı ilik görmemiş kız kadar masum
Kın görmemiş düşlerimi döşüne serip
Uykumdan akarcasına tenine süzülüp
Bağrımda kama gibi parlıyor sevdam
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-182
Bağrımda kama gibi parlıyor sevdam
Bağrı ilik görmemiş kız kadar masum
Kın görmemiş düşlerimi döşüne serip
Uykumdan akarcasına tenine süzülüp
Bağrımda kama gibi parlıyor sevdam
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-182
6 Mart 2011
Ben beni öldürdüm
Ben beni öldürdüm
Ben beni öldürdüm işte
Gözlerim güzelliği gözlerinde gördü
Kalbim ruhuna tutuldu bir Seher vakti
İklimler senden almışlardı sıcaklığı
Ben beni öldürdüm işte
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısılıtıları 181
Ben beni öldürdüm işte
Gözlerim güzelliği gözlerinde gördü
Kalbim ruhuna tutuldu bir Seher vakti
İklimler senden almışlardı sıcaklığı
Ben beni öldürdüm işte
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısılıtıları 181
5 Mart 2011
Körelme
Körelme
Söz yasaksa göç başlar
İştah, hazım ve lokma
Önce körelmeye başlar
Taşmayı beceremez süt
Söz yasaksa göç başlar
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-180
Söz yasaksa göç başlar
İştah, hazım ve lokma
Önce körelmeye başlar
Taşmayı beceremez süt
Söz yasaksa göç başlar
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-180
Buzdan ayna
Buzdan ayna
Anladım ki bütün aynalar buzdan
Ömürleri güneşten uzaklığa bağlı
Bedeni buzdansa endamı kıştan
Gün doğmazsa erkek kararıyor ay
Anladım ki bütün aynalar buzdan
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-179
Anladım ki bütün aynalar buzdan
Ömürleri güneşten uzaklığa bağlı
Bedeni buzdansa endamı kıştan
Gün doğmazsa erkek kararıyor ay
Anladım ki bütün aynalar buzdan
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-179
4 Mart 2011
Acı Yurdu
Acı Yurdu
Acı yurdu
Acı yurdunun yalnızlığa hayat veren soluklarını içime çekiyorum. Hayallerim eski desenli fincanların telvelerine karışıp gidiyor. Falcıların okuyamayacağı tortuluktan süzülemeyen acılar yurdunda mukimken ruhum. bedenim kalın sicimli dayatmaların gergefinde...
Kumlara çizilen hayatlar gibi bir çöl rüzgarınca son verilmeyi bekliyorum belki de.
Susuyorum!..
Sükutun kutlu eli başımı okşuyor. İçimdeki çocuğun hoyratlığı ar duvarlarımı yıkmak üzere. Masumluğum belki de yine kendi içimdeki çocuk tarafından parçalanacak. Kulaklarıma bırakılan selamların sıcaklığı geçmek üzere. Bir selama dayanarak yaşamın tüm lezzetini ellerimle iteliyorum. Adını anmadığım zulümlere uğruyor yüreğim. Soluklarım sensizliğe mahkum ediliyorlar
Masumiyetimin çığlık çığlığa parçalanışına kadeh kaldırıyor, dişleri kandan kamaşan hoyratlar. Uzaktan sevmelerin masumiyeti bile kurtarmıyor beni. Bir şimşek kıvılcımında şavka gelmiş anlık yansılamalara tutunuyorum. Bir yaprak rüzgarda sürüklenmeye başlarsa ölgün şarkılar hüzzam çalmaya başlarlar. Uçurumların tüm mersinleri yapraklarını düşürürler.
Yüreğin ki kat kat sevgi, cilt cilt nezaket, yaprak yaprak güzellik, dize dize aydınlık, kelime kelime insanlık öğütler. Saçların ki gönlüme ırmak ırmak akarlar. Bakışların ki yüreğimi volkan volkan kaynatır...
Elimden tut ki yükseleyim, yükseldikçe kişiliğimde yükselsin. Hayatım hayalansın. Ar ve utanma perdesinden bestelensin soluklarım ve bakışlarım.
Bakışlarınla terbiye et ki beni bütün yakışıksız işlerden alıkalayım.
Sen gelmeden evvel sütün sütun çatlayan mermer gibiydi yüreğim. Safirlerim başımdaki yıldızlardan ayaklarımın altına dökülmüşlerdi. Işığa kapadığım yüreğimin en dar menfezlerinden bile ışık sızmaz olmuştu. Tüm bakışları gözkapaklarımda damıtıyordum. Kötü bellemiyordum hoyratça bakışları. Haya içinde yaşattığım yüreğimi bir hayal içinde uçurmaya çalışıyordum. Dönüş bileti alınmayan bir diyara doğru yol alırken, nalınlarım mesnetsiz suçların içine çekiliyordu. Ben yüreğimi karanlıkta büyütürken, bedenimi arsız yağmurlar büyütüyordu. Ben gizimi geceler borçlanırdım, gizlerim gecelerde kördüğüm olurlardı. Yorganların büyüklüğü hayallerimi örtmeye yetmezlerdi. Kafesinde sindirilmiş arslan gibiydi kalbim.
Sonra sen geldin
Hep seni işaret eden gazeller, kasideler bu kez senin hayalinden sıyrılıp hayanla hayalandılar. Dudaklarındaki tebessümleri yazdıkça baharlaştılar. Gözlerinde ki güzelliklerle adeta gülistana döndüler. Avuçlarındaki sıcaklıkla mevsimleri değişti. Yüreğimdeki donlar çözüldü. Kırıldı buzdan aynalarım ve billur sulara döndüler. Kalbimin anaforlarında daha serin yürüyüşlere çıktı yollarım. Dudaklarda alevlenerek dolaşan meraklar adına dönmeye başladılar. Seher'i müjdeleyenle, Seher'i ananlar aynı güzellikten bahsetmeye başladılar.
Çünkü sen gelmiştin
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibeye Mektuplar 220
3 Mart 2011
Acı yurdu
Acı yurdunun yalnızlığa hayat veren soluklarını içime çekiyorum. Hayallerim eski desenli fincanların telvelerine karışıp gidiyor. Falcıların okuyamayacağı tortuluktan süzülemeyen acılar yurdunda mukimken ruhum. bedenim kalın sicimli dayatmaların gergefinde...
Kumlara çizilen hayatlar gibi bir çöl rüzgarınca son verilmeyi bekliyorum belki de.
Susuyorum!..
Sükutun kutlu eli başımı okşuyor. İçimdeki çocuğun hoyratlığı ar duvarlarımı yıkmak üzere. Masumluğum belki de yine kendi içimdeki çocuk tarafından parçalanacak. Kulaklarıma bırakılan selamların sıcaklığı geçmek üzere. Bir selama dayanarak yaşamın tüm lezzetini ellerimle iteliyorum. Adını anmadığım zulümlere uğruyor yüreğim. Soluklarım sensizliğe mahkum ediliyorlar
Masumiyetimin çığlık çığlığa parçalanışına kadeh kaldırıyor, dişleri kandan kamaşan hoyratlar. Uzaktan sevmelerin masumiyeti bile kurtarmıyor beni. Bir şimşek kıvılcımında şavka gelmiş anlık yansılamalara tutunuyorum. Bir yaprak rüzgarda sürüklenmeye başlarsa ölgün şarkılar hüzzam çalmaya başlarlar. Uçurumların tüm mersinleri yapraklarını düşürürler.
Yüreğin ki kat kat sevgi, cilt cilt nezaket, yaprak yaprak güzellik, dize dize aydınlık, kelime kelime insanlık öğütler. Saçların ki gönlüme ırmak ırmak akarlar. Bakışların ki yüreğimi volkan volkan kaynatır...
Elimden tut ki yükseleyim, yükseldikçe kişiliğimde yükselsin. Hayatım hayalansın. Ar ve utanma perdesinden bestelensin soluklarım ve bakışlarım.
Bakışlarınla terbiye et ki beni bütün yakışıksız işlerden alıkalayım.
Sen gelmeden evvel sütün sütun çatlayan mermer gibiydi yüreğim. Safirlerim başımdaki yıldızlardan ayaklarımın altına dökülmüşlerdi. Işığa kapadığım yüreğimin en dar menfezlerinden bile ışık sızmaz olmuştu. Tüm bakışları gözkapaklarımda damıtıyordum. Kötü bellemiyordum hoyratça bakışları. Haya içinde yaşattığım yüreğimi bir hayal içinde uçurmaya çalışıyordum. Dönüş bileti alınmayan bir diyara doğru yol alırken, nalınlarım mesnetsiz suçların içine çekiliyordu. Ben yüreğimi karanlıkta büyütürken, bedenimi arsız yağmurlar büyütüyordu. Ben gizimi geceler borçlanırdım, gizlerim gecelerde kördüğüm olurlardı. Yorganların büyüklüğü hayallerimi örtmeye yetmezlerdi. Kafesinde sindirilmiş arslan gibiydi kalbim.
Sonra sen geldin
Hep seni işaret eden gazeller, kasideler bu kez senin hayalinden sıyrılıp hayanla hayalandılar. Dudaklarındaki tebessümleri yazdıkça baharlaştılar. Gözlerinde ki güzelliklerle adeta gülistana döndüler. Avuçlarındaki sıcaklıkla mevsimleri değişti. Yüreğimdeki donlar çözüldü. Kırıldı buzdan aynalarım ve billur sulara döndüler. Kalbimin anaforlarında daha serin yürüyüşlere çıktı yollarım. Dudaklarda alevlenerek dolaşan meraklar adına dönmeye başladılar. Seher'i müjdeleyenle, Seher'i ananlar aynı güzellikten bahsetmeye başladılar.
Çünkü sen gelmiştin
Bekir Kale Ahıskalı
Lebibeye Mektuplar 220
3 Mart 2011
Kalmanın öteki adı
Kalmanın öteki adı
Bazen gitmektir
Kalmanın öteki adı
Hüzün çapakları
Sevinç kırıntıları
Bazen gitmektir
Bekir Kale Ahıska
Seher Fısıltıları-178
Bazen gitmektir
Kalmanın öteki adı
Hüzün çapakları
Sevinç kırıntıları
Bazen gitmektir
Bekir Kale Ahıska
Seher Fısıltıları-178
Nisan yağmuru kadar saf
Nisan yağmuru kadar saf
Tebessümü nisan yağmuru kadar zengin
Güzelliği ay ışığında ki yıldızlar kadar saf
Dudakları denizi öpen kıyılar kadar kuşatıcı
Gözleri bakire koylar kadar baş döndürücü
Tebessümü nisan yağmuru kadar zengin
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-177
Tebessümü nisan yağmuru kadar zengin
Güzelliği ay ışığında ki yıldızlar kadar saf
Dudakları denizi öpen kıyılar kadar kuşatıcı
Gözleri bakire koylar kadar baş döndürücü
Tebessümü nisan yağmuru kadar zengin
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-177
Bol mezeli kadın
Bol mezeli kadın
Tepeden tırnağa
Dudaktan sığınağa
Gerdandan tapınağa
Bol mezeli bir kadın
Tepeden tırnağa
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-176
Tepeden tırnağa
Dudaktan sığınağa
Gerdandan tapınağa
Bol mezeli bir kadın
Tepeden tırnağa
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-176
Kar kesiği
Kar kesiği
Kar kesiği saçlarından
Kırağılar dökülür sabaha
Oyalanmamış yüreğimden
Bana doğru nehirler akar
Kar kesiği saçlarından
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-175
Kar kesiği saçlarından
Kırağılar dökülür sabaha
Oyalanmamış yüreğimden
Bana doğru nehirler akar
Kar kesiği saçlarından
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-175
Ten tuzum yakar beni
Ten tuzum yakar beni
Ten tuzum yakar beni
Gün yanığı sevdanla
Gönlüme kazılan sen
Gözlerimden akarsın
Ten tuzum yakar beni
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-174
Ten tuzum yakar beni
Gün yanığı sevdanla
Gönlüme kazılan sen
Gözlerimden akarsın
Ten tuzum yakar beni
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-174
Eksik şiir
Eksik şiir
Sevgin sığmıyor şiire
Eksik kalıyor bakışların
Tamamlanmıyor gülüşün
Sözcükler kifayetsizleşiyor
Sevgin sığmıyor şiire
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-172
Sevgin sığmıyor şiire
Eksik kalıyor bakışların
Tamamlanmıyor gülüşün
Sözcükler kifayetsizleşiyor
Sevgin sığmıyor şiire
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları-172
Su serinliğinde
Su serinliğinde
Su serinliğinde gülüşlerinle
Bulutları andıran hüznünle
Yürekten gelen güzelliğinle
Gölgesi öpülesi bedeninle
Su serinliğinde gülüşlerinle
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları 171
Su serinliğinde gülüşlerinle
Bulutları andıran hüznünle
Yürekten gelen güzelliğinle
Gölgesi öpülesi bedeninle
Su serinliğinde gülüşlerinle
Bekir Kale Ahıskalı
Seher Fısıltıları 171
2 Mart 2011
Oktay Rıfat'ın "Düşsel Bir Gezintiden Notlar" isimli şiiri üzerine
Oktay Rıfat'ın "Düşsel Bir Gezintiden Notlar" isimli şiiri üzerine
Düşsel Bir Gezintiden Notlar
Bilyalı bir düdük cebimde, Samatya,
Çocukken çaldığım, sen uyurken o kuş,
Tohumları etek dolusu bırakmış
Küçük bahçelerde, gelincik, papatya.
İşte kümesin telleri, işte yitik
Günlerimiz, mor salkımı orta katın,
Hoyrat, yüklü bulutlarıyla şubatın
Deli dolu, belki sevdalı, sonra ilk,
İlk gördüğüm meme basma entariden
Vavlarla, eliflerle, iç içe gülle
Loş sofalarda badem şekeri, hülle.
Durgun, öyle bir akşam olsa yeniden,
Büyüsem, evler ışıklarını yaksa,
Üfleyerek içsem çayımı sıcaksa!
Oktay Rıfat
Bir önceki eleştiri/yorum serisi olarak yazdığım Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiirinde de dediğim gibi Batı edebiyatına has olan bir takım nazım şekilleri Servet-i Fünuncularla birlikte edebiyatımıza da giren nazım şekilleri vardır. Sait Faik Abasıyanık'ın şiirinde "Sıfat Üslubu"ndan bahsetmiştim. Oktay Rıfat'ın bu şiirinde de batı edebiyatına has olan "Sonnet" nazım şeklinin kullanıldığını görüyoruz. Burada okuyucumun aklına "Sonnet" nazım şeklinin ne olduğu, nasıl olduğu sorusu gelecektir.
Önce okuyucumun bu merakına cevap vererek tahlilime devam edeceğim. Sonnet: iki dörtlük ile iki üçlükten ibaret kapalı bir nazım şekline verilen isimdir. Kafiyeleri abba-abba-ccd-ede veya eed şeklinde dizilir. Edebiyatımızın tarih sürecini incelediğimizde hiç alışık olmadığımız bir nazım şekliyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Servet-i Fünuncular bu nazım şeklini edebiyatımıza taşıdıklarında bizim geleneksel nazım şekillerimize göre daha karmaşık bir yapıya sahiptir ve ilk etapta benimsenmesi de kolay olmamıştır. Bütün bunlarla birlikte Oktay Rıfat sadece sadece abba-abba-ccd-ede veya eed kafiye şemasına bağlı kalmamış 12 heceli bir vezinde kullanmıştır. 12 heceli vezin şekli Türk şiirinde pek kullanılmamakla birlikte Oktay Rıfat'ın kullandığı bu vezin ve şekil cümle yapısına da tesir ederek cümle yapısını değiştirmiştir.
Oktay Rıfat'ın abba-abba-ccd-ede veya eed kafiye yapısını tam kullanmamakla beraber bende uyandırdığı düşünce ahenkten ziyade bir şekle uymaya zorlama hissidir.
Şair çocukluk dünyasına ait unsurları şiirine sokmayı başarmış ve bunlarla birlikte modern bir resme ait bir tablo oluşturmuştur. Şiirin üslubu, ahengi bizim kültürümüze yabancı olmakla beraber tasvir edilenler itibariyle bize ait bir dünyadır. Bilyeli düdük, badem şekeri, küçük bahçelerde açan gelincik, orta katın salkımı, kümesin telleri, eliflerle süslü hatlar, duvarlardaki yavlar, üflenerek içilen çaylar ve hülle...
Burada bilen okuyucularımıza hatırlatma, bilmeyen okuyucularımızın ise öğrenmeleri maksadıyla "hülle" den bahsetmek istiyorum. Hülle Osmanlı dönemine hatta islam toplumlarına has bir evlenme şeklidir. Eşinden üç talak ile boşanan kadının onunla tekrar evlenebilmesi için önce başka birine nikah edilmesiyle uygulanan bir usuldur.
Şair şiirin içerisine çocukluk günlerine ait bütün unsurları sokmakla birlikte özlem duygusunu da sokmuştur. Bu eski günlere dair bu özlem duygusunu Yahya Kemal gibi eski kültürümüze has bir şekil ve dil ile birlikte değil de batı edebiyatına has yabancı bir şekil ve üslubla kullanması dikkate şayan bir konudur. Zira yabancı unsurlar şiirimize taşıyan her şairin yanı derecede başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Şairin bu tarzı bana modern bir kulenin duvarına işlenen eski bir motif gibi
hem modernliğini hem de köklerini gösterircesine...
Bekir Kale Ahıskalı
2 Şubat 2010
Şiir Tahlilleri- 64 Oktay Rıfat'ın "Düşsel Bir Gezintiden Notlar" isimli şiiri üzerine
Düşsel Bir Gezintiden Notlar
Bilyalı bir düdük cebimde, Samatya,
Çocukken çaldığım, sen uyurken o kuş,
Tohumları etek dolusu bırakmış
Küçük bahçelerde, gelincik, papatya.
İşte kümesin telleri, işte yitik
Günlerimiz, mor salkımı orta katın,
Hoyrat, yüklü bulutlarıyla şubatın
Deli dolu, belki sevdalı, sonra ilk,
İlk gördüğüm meme basma entariden
Vavlarla, eliflerle, iç içe gülle
Loş sofalarda badem şekeri, hülle.
Durgun, öyle bir akşam olsa yeniden,
Büyüsem, evler ışıklarını yaksa,
Üfleyerek içsem çayımı sıcaksa!
Oktay Rıfat
Bir önceki eleştiri/yorum serisi olarak yazdığım Sait Faik Abasıyanık'ın "Deli Çay" isimli şiirinde de dediğim gibi Batı edebiyatına has olan bir takım nazım şekilleri Servet-i Fünuncularla birlikte edebiyatımıza da giren nazım şekilleri vardır. Sait Faik Abasıyanık'ın şiirinde "Sıfat Üslubu"ndan bahsetmiştim. Oktay Rıfat'ın bu şiirinde de batı edebiyatına has olan "Sonnet" nazım şeklinin kullanıldığını görüyoruz. Burada okuyucumun aklına "Sonnet" nazım şeklinin ne olduğu, nasıl olduğu sorusu gelecektir.
Önce okuyucumun bu merakına cevap vererek tahlilime devam edeceğim. Sonnet: iki dörtlük ile iki üçlükten ibaret kapalı bir nazım şekline verilen isimdir. Kafiyeleri abba-abba-ccd-ede veya eed şeklinde dizilir. Edebiyatımızın tarih sürecini incelediğimizde hiç alışık olmadığımız bir nazım şekliyle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Servet-i Fünuncular bu nazım şeklini edebiyatımıza taşıdıklarında bizim geleneksel nazım şekillerimize göre daha karmaşık bir yapıya sahiptir ve ilk etapta benimsenmesi de kolay olmamıştır. Bütün bunlarla birlikte Oktay Rıfat sadece sadece abba-abba-ccd-ede veya eed kafiye şemasına bağlı kalmamış 12 heceli bir vezinde kullanmıştır. 12 heceli vezin şekli Türk şiirinde pek kullanılmamakla birlikte Oktay Rıfat'ın kullandığı bu vezin ve şekil cümle yapısına da tesir ederek cümle yapısını değiştirmiştir.
Oktay Rıfat'ın abba-abba-ccd-ede veya eed kafiye yapısını tam kullanmamakla beraber bende uyandırdığı düşünce ahenkten ziyade bir şekle uymaya zorlama hissidir.
Şair çocukluk dünyasına ait unsurları şiirine sokmayı başarmış ve bunlarla birlikte modern bir resme ait bir tablo oluşturmuştur. Şiirin üslubu, ahengi bizim kültürümüze yabancı olmakla beraber tasvir edilenler itibariyle bize ait bir dünyadır. Bilyeli düdük, badem şekeri, küçük bahçelerde açan gelincik, orta katın salkımı, kümesin telleri, eliflerle süslü hatlar, duvarlardaki yavlar, üflenerek içilen çaylar ve hülle...
Burada bilen okuyucularımıza hatırlatma, bilmeyen okuyucularımızın ise öğrenmeleri maksadıyla "hülle" den bahsetmek istiyorum. Hülle Osmanlı dönemine hatta islam toplumlarına has bir evlenme şeklidir. Eşinden üç talak ile boşanan kadının onunla tekrar evlenebilmesi için önce başka birine nikah edilmesiyle uygulanan bir usuldur.
Şair şiirin içerisine çocukluk günlerine ait bütün unsurları sokmakla birlikte özlem duygusunu da sokmuştur. Bu eski günlere dair bu özlem duygusunu Yahya Kemal gibi eski kültürümüze has bir şekil ve dil ile birlikte değil de batı edebiyatına has yabancı bir şekil ve üslubla kullanması dikkate şayan bir konudur. Zira yabancı unsurlar şiirimize taşıyan her şairin yanı derecede başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Şairin bu tarzı bana modern bir kulenin duvarına işlenen eski bir motif gibi
hem modernliğini hem de köklerini gösterircesine...
Bekir Kale Ahıskalı
2 Şubat 2010
Şiir Tahlilleri- 64 Oktay Rıfat'ın "Düşsel Bir Gezintiden Notlar" isimli şiiri üzerine
Aşık Veysel’in “Saklarım Gözümde Güzelliğini” isimli şiiri üzerine
Aşık Veysel’in “Saklarım Gözümde Güzelliğini” isimli şiiri üzerine
Saklarım Gözümde Güzelliğini
Saklarım gözümde güzelliğini
Her neye bakarsam sen varsın orda
Kalbimde gizlerim muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orda
Aşkımın temeli sen bir alemsin
Sevgi muhabbetsin dilde kelamsın
Merhabasın dosttan gelen selamsın
Duyarak alırım sen varsın orda
Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar
İrenkler içinde nakşını saklar
Karanlık geceler aydın şafaklar
Uyanır cümlalem sen varsın orda
Mevcudatta olan kudreti kuvvet
Senden hasıl oldu sen verdin hayat
Yoktur senden başka ilanihayet
İnanıp kanmışım sen varsın orda
Hu çeker iniler çalınan sazlar
Kükremiş dalgalar coşar denizler
Güneş doğar perdelenir yıldızlar
Saçar kıvılcımlar sen varsın orda
Veysel’i söyleten sen oldun mutlak
Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç misali biz dalda yaprak
Meyva çekirdeksin sen varsın orda
Aşık Veysel
Klasik halk geleneğinden gelen bir şiirdir bu. Bu tarz şiirlerin zorlama ile yazıldığı ifadeleri doğru ifadelerdir. Çağdaşımız olan Aşık Veysel Halk edebiyatında mistik yeri olan bu duygularla Yunus’a yakın ifadeler kullanmaktan geri durmamıştır.
Aşık Veysel’in bu şiiri de diğer şiirlerine benzemektedir. Her dörtlüğün sonunda kullandığı nakaratlar şiire estetik katmakla birlikte “sen varsın orda” şeklinde kullanılan ifadeler kısımlar bütün bir mısrayı kapsamamaktadır. Sadece ve sadece redif vazifesi gören son kelimeler aynı kullanılmış önce gelenleri değişik şekilde kullanılmıştır. Eğer rediften önce gelen kelimeler kafiyeli olsalardı iki kanaate varmak mümkün olacaktı ki bu kanaatler şiirin değerini düşürecekti diye düşünüyorum. Bu kanaatlerden birincisi şiirin mekanik olduğu ikincisi ise şiirde sadece şekil bakımından bir bütünlük sağlandığı. Oysa rediften önce gelen bölümlerde kafiye yok ve Veysel şiirinde şekilden çok manaya ehemmiyet vermiştir.
Aşık Veysel bu şiirde üç şeyi özellikle kendisinde buluyor; Sevgili, kainat ve Yaratıcı… Bu üç şey insanlığın her döneminde önemli olmuştur. Yaratıcının gizliliği kadar eşyadaki tecellisini de vurgulamaktadır. Tasavvufun esası da bu değil midir? Yani Yaratıcı tüm eşyada tecelli etmektedir. İşte bu fikir sanatın bütün dallarına elverişli bir fikir olsa gerek. İnsanoğlu elle tutulan gözle görülen kulakla duyulan bir dünyada yaşasa da asıl önemli olan şey bu zahirde var olanların arkasındaki güzellik ve bu güzelliği var eden kudret. Çünkü Yaratıcı her varlıkta tecelli etmektedir.
İnsanoğlunu dış aleme sevgiyle baktıran düşünce de budur. Yani her yaratılmış olanda Yaratıcının biz tezahürü bir imzası vardır. Böyle bakıldıkça her şey dost olarak görülür ve sevgi hissedilir. Verdiğimiz selamda da O vardır sıktığımız elde de. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir iğne ustasız olmaz bir köy muhtarsız olmaz şeklinde ifade edip bakabileceğimiz bir bakış açısıdır bu…
Gözlerini dış aleme yedi yaşında kapatan Aşık Veysel’in o zamana kadar gördüğü her kareyi resmetmesi ve yaşının gereği daha kirli bir dünyayı algılamamış olması sanatına da yansımıştır. O ilerleyen yaşına rağmen yedi yaşındaki bir çocuğun bakabileceği tarafsız ve güzellikleri gören yanıyla anlatmaktadır. Anlatımında çektiği acılardan daha çok aldığı hazlar vardır ki bu Veysel’in maneviyatını anlatmaktadır.
Veysel’in bu şiirinde soyut-somut arası gel-gitler görmekteyiz. Bazı mısralarda tamamen soyutluk hakimken özellikle dördüncü kıtada tecelli fikri soyut olarak ele alınmaktadır. Bazı mısralarda tabiat dönmekte bazılarında ise Yaratıcı ile beşer arasındaki münasebetlerden bahsetmektedir.
İncelemelerimde dikkatimi çeken bir nokta daha vardır ki bunun Yunus Emre de de olduğunu söyleyebiliriz İnsanı anlatırken tabiattan alınma benzetmeler yapan, kendilerinin bir köklü ağaç gibi tabiata bağlı dolduğunu hissedenler tefekküre başladıkları zaman mistisizme meylediyorlar. Bu Yunus Emre ve Aşık Veysel’de gayet aşikardır.
Bizler sanatımızı icra ederken veya vazifelerimiz yerine getirirken bir başka vazifeler de edinin etrafımızda kendi kendilerinin farkında olmayan sanata yatkın ve kabiliyetli insanları keşfederek toplum ve geleceğe taşınmaları için
Azami gayreti sarfetmeliyiz. Aşık Veysel’i Türkiye’ye tanıtan Sivas Lisesi’nde görev yapan rahmetli Ahmet Kutsi Tecer’dir. Onu keşfeder ve hatta Köy Enstitülerinde halk türküsü öğretmeni olmasını sağlar.
Ben Aşık Veysel’de ısmarlama yazılmış intibaı bırakan şiirlere de rastlamakla beraber “Kara Toprak” gibi şiiri sazlı edebiyat ve aşıklık geleneğine uygun bir şiirdir. Bir çok şiirinde tabiat tasvirleri vardır. Aşık Veysel gibi değerler geleceğimize muhakkak taşınmalı ve kıymetleri anlatılmalıdır.
Bekir Kale Ahıskalı
20 Kasım 2009
Şiir Tahlili-60
Saklarım Gözümde Güzelliğini
Saklarım gözümde güzelliğini
Her neye bakarsam sen varsın orda
Kalbimde gizlerim muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orda
Aşkımın temeli sen bir alemsin
Sevgi muhabbetsin dilde kelamsın
Merhabasın dosttan gelen selamsın
Duyarak alırım sen varsın orda
Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar
İrenkler içinde nakşını saklar
Karanlık geceler aydın şafaklar
Uyanır cümlalem sen varsın orda
Mevcudatta olan kudreti kuvvet
Senden hasıl oldu sen verdin hayat
Yoktur senden başka ilanihayet
İnanıp kanmışım sen varsın orda
Hu çeker iniler çalınan sazlar
Kükremiş dalgalar coşar denizler
Güneş doğar perdelenir yıldızlar
Saçar kıvılcımlar sen varsın orda
Veysel’i söyleten sen oldun mutlak
Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç misali biz dalda yaprak
Meyva çekirdeksin sen varsın orda
Aşık Veysel
Klasik halk geleneğinden gelen bir şiirdir bu. Bu tarz şiirlerin zorlama ile yazıldığı ifadeleri doğru ifadelerdir. Çağdaşımız olan Aşık Veysel Halk edebiyatında mistik yeri olan bu duygularla Yunus’a yakın ifadeler kullanmaktan geri durmamıştır.
Aşık Veysel’in bu şiiri de diğer şiirlerine benzemektedir. Her dörtlüğün sonunda kullandığı nakaratlar şiire estetik katmakla birlikte “sen varsın orda” şeklinde kullanılan ifadeler kısımlar bütün bir mısrayı kapsamamaktadır. Sadece ve sadece redif vazifesi gören son kelimeler aynı kullanılmış önce gelenleri değişik şekilde kullanılmıştır. Eğer rediften önce gelen kelimeler kafiyeli olsalardı iki kanaate varmak mümkün olacaktı ki bu kanaatler şiirin değerini düşürecekti diye düşünüyorum. Bu kanaatlerden birincisi şiirin mekanik olduğu ikincisi ise şiirde sadece şekil bakımından bir bütünlük sağlandığı. Oysa rediften önce gelen bölümlerde kafiye yok ve Veysel şiirinde şekilden çok manaya ehemmiyet vermiştir.
Aşık Veysel bu şiirde üç şeyi özellikle kendisinde buluyor; Sevgili, kainat ve Yaratıcı… Bu üç şey insanlığın her döneminde önemli olmuştur. Yaratıcının gizliliği kadar eşyadaki tecellisini de vurgulamaktadır. Tasavvufun esası da bu değil midir? Yani Yaratıcı tüm eşyada tecelli etmektedir. İşte bu fikir sanatın bütün dallarına elverişli bir fikir olsa gerek. İnsanoğlu elle tutulan gözle görülen kulakla duyulan bir dünyada yaşasa da asıl önemli olan şey bu zahirde var olanların arkasındaki güzellik ve bu güzelliği var eden kudret. Çünkü Yaratıcı her varlıkta tecelli etmektedir.
İnsanoğlunu dış aleme sevgiyle baktıran düşünce de budur. Yani her yaratılmış olanda Yaratıcının biz tezahürü bir imzası vardır. Böyle bakıldıkça her şey dost olarak görülür ve sevgi hissedilir. Verdiğimiz selamda da O vardır sıktığımız elde de. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir iğne ustasız olmaz bir köy muhtarsız olmaz şeklinde ifade edip bakabileceğimiz bir bakış açısıdır bu…
Gözlerini dış aleme yedi yaşında kapatan Aşık Veysel’in o zamana kadar gördüğü her kareyi resmetmesi ve yaşının gereği daha kirli bir dünyayı algılamamış olması sanatına da yansımıştır. O ilerleyen yaşına rağmen yedi yaşındaki bir çocuğun bakabileceği tarafsız ve güzellikleri gören yanıyla anlatmaktadır. Anlatımında çektiği acılardan daha çok aldığı hazlar vardır ki bu Veysel’in maneviyatını anlatmaktadır.
Veysel’in bu şiirinde soyut-somut arası gel-gitler görmekteyiz. Bazı mısralarda tamamen soyutluk hakimken özellikle dördüncü kıtada tecelli fikri soyut olarak ele alınmaktadır. Bazı mısralarda tabiat dönmekte bazılarında ise Yaratıcı ile beşer arasındaki münasebetlerden bahsetmektedir.
İncelemelerimde dikkatimi çeken bir nokta daha vardır ki bunun Yunus Emre de de olduğunu söyleyebiliriz İnsanı anlatırken tabiattan alınma benzetmeler yapan, kendilerinin bir köklü ağaç gibi tabiata bağlı dolduğunu hissedenler tefekküre başladıkları zaman mistisizme meylediyorlar. Bu Yunus Emre ve Aşık Veysel’de gayet aşikardır.
Bizler sanatımızı icra ederken veya vazifelerimiz yerine getirirken bir başka vazifeler de edinin etrafımızda kendi kendilerinin farkında olmayan sanata yatkın ve kabiliyetli insanları keşfederek toplum ve geleceğe taşınmaları için
Azami gayreti sarfetmeliyiz. Aşık Veysel’i Türkiye’ye tanıtan Sivas Lisesi’nde görev yapan rahmetli Ahmet Kutsi Tecer’dir. Onu keşfeder ve hatta Köy Enstitülerinde halk türküsü öğretmeni olmasını sağlar.
Ben Aşık Veysel’de ısmarlama yazılmış intibaı bırakan şiirlere de rastlamakla beraber “Kara Toprak” gibi şiiri sazlı edebiyat ve aşıklık geleneğine uygun bir şiirdir. Bir çok şiirinde tabiat tasvirleri vardır. Aşık Veysel gibi değerler geleceğimize muhakkak taşınmalı ve kıymetleri anlatılmalıdır.
Bekir Kale Ahıskalı
20 Kasım 2009
Şiir Tahlili-60
Rukiye Çelik’in “Çoğalır Dilsiz Yalnızlıklarım Siyaha Büründükçe Zaman“ ı üzerine
Rukiye Çelik’in “Çoğalır Dilsiz Yalnızlıklarım Siyaha Büründükçe Zaman“ ı üzerine*
Pascal: “Sol yanımda beliren uçurumlar kadar derin onun kadar anlamlıdır karşılaştığı boşluk” der. İnsanoğlunun ve özellikle şairlerin sol yanında ki boşluk hep vardır hep acıydı…
Şair istediği değil karşılaştığı bir yaşamı zorlamalı. Böylece iç sıkıntılarının egemenliğini ele geçirmiş olur.
Çoğalır Dilsiz Yalnızlıklarım Siyaha Büründükçe Zaman
Sevmem koyu renkli akşamları
Sevdiğim kadar koyu renkli giysileri.
Giysiler ki; bedenimin çirkinliklerini saklayan
Beni güzel gösteren kumaş parçaları...
Oysa bir de yüreğim vardı benim
Koyu renkli akşamların gölgesinde unutulan
Kim sahip çıkacak ona,
Kim gösterecek ondaki güzellikleri
Giysileri de yok ki soyunacak
Ama biliyorum ki; Ay ve yıldızlarla aydınlanacak
Ya da kendi ışığında görünecek
Kendi özünde parlayacak...
Biz şairler birbirimize benzediğimizi bilmeyiz ama benzeriz işte. Birbirimiz tanımadan aynı gün kaleme aldığımız şiirlerimizde paralellikler olur. “Kiraz Çiçekleri” isimli şiirimden bir bukleden de anlaşılacağı gibi
Önce gündüzden getirdiğin sıcaklık
Sonra alıştığın sesler terk eder seni
Yıldızlar sadece uzaktan el sallarlar
Soluklar boğazında kör düğüm olur
Yutmak istersin ama yutamazsın
Koyu kara geceleri bitirmek zordur
Baykuş seslerine sığınamazsın…
Dert aynı olunca inilti benzer oluyor. Rukiye Çelik son zamanlarda tanıdığım ve okumaya devam etmeliyim dediğim kalemlerden birisi. Şiirlerinde aradığım derinliği buldum demeliyim. Daha net bir ifadeyle eğer dalgıçsanız dalabileceğiniz sular arar durursunuz. Eleştiri de öyledir tıpkı dalgıç gibi her suda ıslanır ama her suya dalamazsınız her şiire bir şeyler yazarsınız ama irdeleyemezsiniz. Şiirin bir derinliği olması gerekir dolayısıyla şairin. Şair şiirde kendi yüreğini resmeder aslında.
Şiirin;
Beni güzel gösteren kumaş parçaları...
Oysa bir de yüreğim vardı benim
Koyu renkli akşamların gölgesinde unutulan
Bu kısmı çok önemli. İnsanoğlunun görsellikte aradığı güzelliği nerede araması gerektiğini gösteren dizeler. Bizi elbiselerimizle ağırlayanlar, yüreğimizi unutuyorlar sanki…
Rukiye Çelik zaman zaman geceyi sevecektir. Yalnızlığı istediğinde ve karanlıkları sevgiliyle buluşulan uçsuz bucaksız çöller diye düşündüğünde..
Şimdi iki gece farklı işleyen iki şairi hatırlıyorum
Birisi Baudelaire dır. Akşamın ve gecenin esin gücünü kanıtlamaya çalışır ve “Uzak İklimlerin Kokusu” (Yanlış hatırlamıyorsam kendi dilindeki ismi Parfum Exotigue olacaktı. Şiiri merak eden ve Fransızca bilen arkadaşlar bu şekilde arayabilirler) isimli şiirinin ilk dörtlüğünde
“Göğsünün kokusuyla içimi doldururken,
Ilık bir güz akşamı gözümü kapıyarak
Değişmez bir güneşin aydınlattığı, sıcak
Mesut kıyılar geçer gözlerimin önünden “
böyle söyler. İnsan bu hayalin bir gece için kurulduğuna inanmak istemiyor. Şairleri farklı yapan bu değimlidir. Tabi bunu sadece başka şairler yapmıyor.
Bir diğer isim Ahmet Haşim dir. Geceyi birkaç eserinde işler. Bize Göre, Gurebahane-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi gibi eserlerinde hatırladığım ve Milli Eğitim Bakanlığı nın 1980 li yılların ikinci yarısında (1986 veya 1987 diye hatırlıyorum) Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi serisinde yayınladığı eserlerinde
“Gece her çeşit kuruntularımızın kafatasımızın kavuklarında çıkıp, hakikat çehreleri takınarak, sürür sürü ortaya dağıldıkları, yeri ve göğü tuttukları saattir. Uyku geceye bir panzehir gibi tesir etmese, insani karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şeylerle kolayca aklını oynatabilir. Uykusu kaçmış bir adam oturduğu odanın penceresinden kendi bahçesine bile bakamaz; çitlerin genişliğini, demirlerin, taşların ve ağaçların, çiçeklerin en akla gelmez şekillere girerek bir şeyler fısıldamakta olduklarını, tüyleri ürpererek görür”
Ahmet Haşim böyle diyordu. Zaman içerisinde çzigiyi bu tarafa çektiğimizde Rukiye Çelik, Haşim’i tasdik edercesine diyor ki
Sevmem koyu renkli akşamları
Sevdiğim kadar koyu renkli giysileri.
Beyaz gecelerimin şarkısı gelir aklıma
Ve sabahın asi yüzüne uyanışım
Karanlıklarda kalışım, mumların eriyişi,
Bir de devrilen kadehler...
Kadehler ki; el keser, iç kanatır gibi...
Çoğalır dilsiz yalnızlıklarım siyaha büründükçe zaman
Ket vurulur arzularıma daralan hayallerimde
Ne varsa üşüşür, toplanır beynime
En zayıf anımda, kora dönüşür acıdan küller
Şahlanır örselenen duygularım
Eserken us'umda çöl rüzgarları
Yaprak yaprak düşer yalnızlığım
(ihtimal ki Rukiye Çelik bu satırları yazarken perdeler bile kıpırdamıyordu. Ama şairin içinde aklında esen çöl rüzgarları önemli…
Kemirgen zamanın dişlilerine
İşte o zaman başlar ruhumda üşüme
Ve titreme yüreğimde, zangır zangır...
Ölü bir yalanı gizleme telaşı içinde
Çırpınır durur sarı gölgem, sarı
Avuçlarımı kanatan acılarım gizlenir yüreğime
Sadece düşlerim ağlar geçip giden zamana
Hiç bulata girmeyen yüzüm mü,
O da ışık tutar Güneş'in yedi rengine bile
Yüreğim aydınlandı, kendini okutur şimdi! ...
Benzetmeleri o kadar güzeldir yapıyor ki insan tekrar tekrar okuyor. İtiraf etmeliyim Rukiye Çelik’in bu kadar başarılı ve mahir olduğunu bilmiyordum.
Bu suç benim olduğu kadar kendisinindir. Ara bir hareket etse kıpırdasa fark edecektir. Günümüzde şairi fark edilir yapan faaliyetleri ve katkılarıdır. Hiçbir şair birilerinin kapısına gelip onu fark etmesini beklememelidir. Sevgili Rukiye bilmez misin gökyüzünde binlerce yıldız var ama biz hareket edenlerini daha çok fark ederiz.
Şiirin finali başlı başına bir sanat ve vurgu. Umuyorum ki Sevgili Rukiye Çelik her şiirinde bu başarıyı yakalasın. Yüreği aydınlansın ve bize okutsun.
Bekir Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-7
Pascal: “Sol yanımda beliren uçurumlar kadar derin onun kadar anlamlıdır karşılaştığı boşluk” der. İnsanoğlunun ve özellikle şairlerin sol yanında ki boşluk hep vardır hep acıydı…
Şair istediği değil karşılaştığı bir yaşamı zorlamalı. Böylece iç sıkıntılarının egemenliğini ele geçirmiş olur.
Çoğalır Dilsiz Yalnızlıklarım Siyaha Büründükçe Zaman
Sevmem koyu renkli akşamları
Sevdiğim kadar koyu renkli giysileri.
Giysiler ki; bedenimin çirkinliklerini saklayan
Beni güzel gösteren kumaş parçaları...
Oysa bir de yüreğim vardı benim
Koyu renkli akşamların gölgesinde unutulan
Kim sahip çıkacak ona,
Kim gösterecek ondaki güzellikleri
Giysileri de yok ki soyunacak
Ama biliyorum ki; Ay ve yıldızlarla aydınlanacak
Ya da kendi ışığında görünecek
Kendi özünde parlayacak...
Biz şairler birbirimize benzediğimizi bilmeyiz ama benzeriz işte. Birbirimiz tanımadan aynı gün kaleme aldığımız şiirlerimizde paralellikler olur. “Kiraz Çiçekleri” isimli şiirimden bir bukleden de anlaşılacağı gibi
Önce gündüzden getirdiğin sıcaklık
Sonra alıştığın sesler terk eder seni
Yıldızlar sadece uzaktan el sallarlar
Soluklar boğazında kör düğüm olur
Yutmak istersin ama yutamazsın
Koyu kara geceleri bitirmek zordur
Baykuş seslerine sığınamazsın…
Dert aynı olunca inilti benzer oluyor. Rukiye Çelik son zamanlarda tanıdığım ve okumaya devam etmeliyim dediğim kalemlerden birisi. Şiirlerinde aradığım derinliği buldum demeliyim. Daha net bir ifadeyle eğer dalgıçsanız dalabileceğiniz sular arar durursunuz. Eleştiri de öyledir tıpkı dalgıç gibi her suda ıslanır ama her suya dalamazsınız her şiire bir şeyler yazarsınız ama irdeleyemezsiniz. Şiirin bir derinliği olması gerekir dolayısıyla şairin. Şair şiirde kendi yüreğini resmeder aslında.
Şiirin;
Beni güzel gösteren kumaş parçaları...
Oysa bir de yüreğim vardı benim
Koyu renkli akşamların gölgesinde unutulan
Bu kısmı çok önemli. İnsanoğlunun görsellikte aradığı güzelliği nerede araması gerektiğini gösteren dizeler. Bizi elbiselerimizle ağırlayanlar, yüreğimizi unutuyorlar sanki…
Rukiye Çelik zaman zaman geceyi sevecektir. Yalnızlığı istediğinde ve karanlıkları sevgiliyle buluşulan uçsuz bucaksız çöller diye düşündüğünde..
Şimdi iki gece farklı işleyen iki şairi hatırlıyorum
Birisi Baudelaire dır. Akşamın ve gecenin esin gücünü kanıtlamaya çalışır ve “Uzak İklimlerin Kokusu” (Yanlış hatırlamıyorsam kendi dilindeki ismi Parfum Exotigue olacaktı. Şiiri merak eden ve Fransızca bilen arkadaşlar bu şekilde arayabilirler) isimli şiirinin ilk dörtlüğünde
“Göğsünün kokusuyla içimi doldururken,
Ilık bir güz akşamı gözümü kapıyarak
Değişmez bir güneşin aydınlattığı, sıcak
Mesut kıyılar geçer gözlerimin önünden “
böyle söyler. İnsan bu hayalin bir gece için kurulduğuna inanmak istemiyor. Şairleri farklı yapan bu değimlidir. Tabi bunu sadece başka şairler yapmıyor.
Bir diğer isim Ahmet Haşim dir. Geceyi birkaç eserinde işler. Bize Göre, Gurebahane-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi gibi eserlerinde hatırladığım ve Milli Eğitim Bakanlığı nın 1980 li yılların ikinci yarısında (1986 veya 1987 diye hatırlıyorum) Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi serisinde yayınladığı eserlerinde
“Gece her çeşit kuruntularımızın kafatasımızın kavuklarında çıkıp, hakikat çehreleri takınarak, sürür sürü ortaya dağıldıkları, yeri ve göğü tuttukları saattir. Uyku geceye bir panzehir gibi tesir etmese, insani karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şeylerle kolayca aklını oynatabilir. Uykusu kaçmış bir adam oturduğu odanın penceresinden kendi bahçesine bile bakamaz; çitlerin genişliğini, demirlerin, taşların ve ağaçların, çiçeklerin en akla gelmez şekillere girerek bir şeyler fısıldamakta olduklarını, tüyleri ürpererek görür”
Ahmet Haşim böyle diyordu. Zaman içerisinde çzigiyi bu tarafa çektiğimizde Rukiye Çelik, Haşim’i tasdik edercesine diyor ki
Sevmem koyu renkli akşamları
Sevdiğim kadar koyu renkli giysileri.
Beyaz gecelerimin şarkısı gelir aklıma
Ve sabahın asi yüzüne uyanışım
Karanlıklarda kalışım, mumların eriyişi,
Bir de devrilen kadehler...
Kadehler ki; el keser, iç kanatır gibi...
Çoğalır dilsiz yalnızlıklarım siyaha büründükçe zaman
Ket vurulur arzularıma daralan hayallerimde
Ne varsa üşüşür, toplanır beynime
En zayıf anımda, kora dönüşür acıdan küller
Şahlanır örselenen duygularım
Eserken us'umda çöl rüzgarları
Yaprak yaprak düşer yalnızlığım
(ihtimal ki Rukiye Çelik bu satırları yazarken perdeler bile kıpırdamıyordu. Ama şairin içinde aklında esen çöl rüzgarları önemli…
Kemirgen zamanın dişlilerine
İşte o zaman başlar ruhumda üşüme
Ve titreme yüreğimde, zangır zangır...
Ölü bir yalanı gizleme telaşı içinde
Çırpınır durur sarı gölgem, sarı
Avuçlarımı kanatan acılarım gizlenir yüreğime
Sadece düşlerim ağlar geçip giden zamana
Hiç bulata girmeyen yüzüm mü,
O da ışık tutar Güneş'in yedi rengine bile
Yüreğim aydınlandı, kendini okutur şimdi! ...
Benzetmeleri o kadar güzeldir yapıyor ki insan tekrar tekrar okuyor. İtiraf etmeliyim Rukiye Çelik’in bu kadar başarılı ve mahir olduğunu bilmiyordum.
Bu suç benim olduğu kadar kendisinindir. Ara bir hareket etse kıpırdasa fark edecektir. Günümüzde şairi fark edilir yapan faaliyetleri ve katkılarıdır. Hiçbir şair birilerinin kapısına gelip onu fark etmesini beklememelidir. Sevgili Rukiye bilmez misin gökyüzünde binlerce yıldız var ama biz hareket edenlerini daha çok fark ederiz.
Şiirin finali başlı başına bir sanat ve vurgu. Umuyorum ki Sevgili Rukiye Çelik her şiirinde bu başarıyı yakalasın. Yüreği aydınlansın ve bize okutsun.
Bekir Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-7
Fevzi Kok un “Erkek Ağlaması” isimli şiiri üzerine
Fevzi Kok un “Erkek Ağlaması” isimli şiiri üzerine
Ağlamak insanoğlunun en kendi yanıdır. Otoriteyi bulunması gereken yerden idarecilikten ve karar mekanizmalarının hayati önem taşıdığı ellerden alıp emrine amade bir eş ve kendi genlerinin devamı olan sabiler üzerinde uyguladığınız zaman ortaya çıkan riyakarlığın en önemli sembolü, en karamsar tablosudur ağlayamamak.
Otoritenin muhakkak olması gereken bir yer varsa o da kışladır. Bir paşa kışlada babalık yaparsa rezalet evinde paşalık yaparsa zulümat olur. Bu çizgiden yola çıkarak evinde kendi otoritesini ilan eden anlayıştan uzan, insani yanı kör bir eş olmak zalimliği bili sınıflara ayıracak olursak bu en adice olanıdır. Mutlak otorite kabul edilen bir babadan ve toplumun ona yüklemiş olduğu misyondan yola çıkarak yetişen erkek çocuklar model olarak bunu benimserler ve ağlamamak demeyelim ama dışa yaş akıtmamayı öğrenirler. Bu zamanla dirayetten öte kalbi katılaşmanın göstergesi olur.
Dört Mevsim Sevmek isimli eserimde “İnanma Gülüm” isimli şiirimde erkeklerin ağlamakla alakalı durumlarını şöyle dile getirmiştim. Bu benim içimde sessizce çağlayan bir pınarın kaleme alınmış haliydi.
“Birileri sana
Erkekler ağlamaz diyecektir
İnanma gülüm, aslı yok bunun
Ben hala gidişine ağlıyorum
Hem neden ağlamasınlar ki
Seven bir kalbi olanın
Gözleri ağlamaya hazır olmalı”
Fevzi Kok’un “Erkek Ağlaması” şiirine gelince, şunu söylemeliyim bu şiirin bir erkek tarafından kaleme alınmış olması kendiyle yüzleşebildiğini gösterir. Bu Fevzi Kok’un iç buutlarıyla farklı bir çehre olduğu anlamına geliyor.
insangillerin
ataerkilleri
tam erkekler
bir araya geldiler
ağlamayı denediler
şiiri üç ana bölüm üzerine oturtmuş. İlk bölümde anlatılabilecek her şeyi anlatmış. Tema harika, vurgular harika, şekil olarak harika… Fazlalık olarak düşündüğüm “ataerkilleri, tam” kelimeleri var. Bunlar çıkarılırsa anlam bozulmayacağına göre
İnsangillerin
Erkekleri bir araya geldiler
Ağlamayı denediler
Şeklinde olabilirdi. Mevcut haliyle de çok güzel.
ağlayamadı hiçbirisi
ilk ağlayan olmamak için
çöp kaçtı gözlerine hepisinin
İkinci bölümde” hepisinin” kelimesinde –i- harfi düşürülmüş olmalıydı.
işte
ağlayamaması
en zavallı yanıdır
o erkeğin.....
Üçüncü bölümde anlatmak istediği net yalnız burada kanaatini belirtirken –o erkeğin- ifadesi yerine acaba diyorum daha genel bir ifade seçilemez miydi? Bir ünite, bir numune olarak işlenen o toplulukta zuhur eden hallerden bir genellemeye gidilmeliydi.
…
Ağlayamaması
En zavallı yanıydı
Bir erkeğim
Şiirde eksik olan hiçbir şey yok. Çıkarılmasını düşündüğüm kelimelerin çıkarılması anlam daralması meydana getirmeyeceğine göre…
Her halde şiir şairin yazdığı ve içine sindiği şekilde güzeldir lakin şiiri Fevzi Kok şiiri olarak yola çıkarıp topluma mal edeceksek bu seçenekler göz ardı edilmemeli.
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-18
Ağlamak insanoğlunun en kendi yanıdır. Otoriteyi bulunması gereken yerden idarecilikten ve karar mekanizmalarının hayati önem taşıdığı ellerden alıp emrine amade bir eş ve kendi genlerinin devamı olan sabiler üzerinde uyguladığınız zaman ortaya çıkan riyakarlığın en önemli sembolü, en karamsar tablosudur ağlayamamak.
Otoritenin muhakkak olması gereken bir yer varsa o da kışladır. Bir paşa kışlada babalık yaparsa rezalet evinde paşalık yaparsa zulümat olur. Bu çizgiden yola çıkarak evinde kendi otoritesini ilan eden anlayıştan uzan, insani yanı kör bir eş olmak zalimliği bili sınıflara ayıracak olursak bu en adice olanıdır. Mutlak otorite kabul edilen bir babadan ve toplumun ona yüklemiş olduğu misyondan yola çıkarak yetişen erkek çocuklar model olarak bunu benimserler ve ağlamamak demeyelim ama dışa yaş akıtmamayı öğrenirler. Bu zamanla dirayetten öte kalbi katılaşmanın göstergesi olur.
Dört Mevsim Sevmek isimli eserimde “İnanma Gülüm” isimli şiirimde erkeklerin ağlamakla alakalı durumlarını şöyle dile getirmiştim. Bu benim içimde sessizce çağlayan bir pınarın kaleme alınmış haliydi.
“Birileri sana
Erkekler ağlamaz diyecektir
İnanma gülüm, aslı yok bunun
Ben hala gidişine ağlıyorum
Hem neden ağlamasınlar ki
Seven bir kalbi olanın
Gözleri ağlamaya hazır olmalı”
Fevzi Kok’un “Erkek Ağlaması” şiirine gelince, şunu söylemeliyim bu şiirin bir erkek tarafından kaleme alınmış olması kendiyle yüzleşebildiğini gösterir. Bu Fevzi Kok’un iç buutlarıyla farklı bir çehre olduğu anlamına geliyor.
insangillerin
ataerkilleri
tam erkekler
bir araya geldiler
ağlamayı denediler
şiiri üç ana bölüm üzerine oturtmuş. İlk bölümde anlatılabilecek her şeyi anlatmış. Tema harika, vurgular harika, şekil olarak harika… Fazlalık olarak düşündüğüm “ataerkilleri, tam” kelimeleri var. Bunlar çıkarılırsa anlam bozulmayacağına göre
İnsangillerin
Erkekleri bir araya geldiler
Ağlamayı denediler
Şeklinde olabilirdi. Mevcut haliyle de çok güzel.
ağlayamadı hiçbirisi
ilk ağlayan olmamak için
çöp kaçtı gözlerine hepisinin
İkinci bölümde” hepisinin” kelimesinde –i- harfi düşürülmüş olmalıydı.
işte
ağlayamaması
en zavallı yanıdır
o erkeğin.....
Üçüncü bölümde anlatmak istediği net yalnız burada kanaatini belirtirken –o erkeğin- ifadesi yerine acaba diyorum daha genel bir ifade seçilemez miydi? Bir ünite, bir numune olarak işlenen o toplulukta zuhur eden hallerden bir genellemeye gidilmeliydi.
…
Ağlayamaması
En zavallı yanıydı
Bir erkeğim
Şiirde eksik olan hiçbir şey yok. Çıkarılmasını düşündüğüm kelimelerin çıkarılması anlam daralması meydana getirmeyeceğine göre…
Her halde şiir şairin yazdığı ve içine sindiği şekilde güzeldir lakin şiiri Fevzi Kok şiiri olarak yola çıkarıp topluma mal edeceksek bu seçenekler göz ardı edilmemeli.
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-18
Ayşegül Tezcan’ın “Kayıp Zamanlar” isimli şiiri üzerine
Ayşegül Tezcan’ın “Kayıp Zamanlar” isimli şiiri üzerine
Kayıp Zamanlar bu şiirin başlığı bana Peter Hobbs’un “A Short Day Dying” (Kayıp Zamanlar) İsimli romanını hatırlattı. Romanda konu edilen “durumu her geçen gün kötüye gitmesine rağmen inancını ruhu ve kalbiyle koruyan kör kız” vardı. Gezgin vaiz Charles Wenmoth romana başka bir hava katıyordu. Şiirin bendeki ilk çağrışımı bul oldu.
Yine de bu şiiri ve daha çok Ayşegül Tezcan’ı anlamak için önce kendi ifadesiyle kendisinin ne yaptığı veya ne yapmaya çalıştığını anlatan iki satır yazısına bakmalıyız.
“Umut kıyılarından hayal okyanuslarına kürek çeken deli bir kızın türküleri yaşadığım ve kaleme almaya çalıştığım...” bu iki satır onu anlamak için yeterli….
Ayşegül Tezcan’ı sadece şiirlerinden tanıyorum. Her şiirini satır satır okuduğumu itiraf edeyim. Zaman zaman imgelere boğduğu kendi yalnızlığı, zaman zaman bir uçurtmanın kuyruğuna bağlayıp tüm aleme gösterdiği özlemleri… Dediğim gibi Ayşegül ile hiç tanışmadık, hiç konuşmadık ve hiç yazışmadık… Bana Ayşegül Tezcan’ı soranlara veya hangi şairi okumalıyım diyen şiire sevdalanmak isteyen ger ilgiliye bizim Ayşegül Tezcan’ı oku dediğimi biliyorum. Şiirleriyle o kadar bizdendi ki….
Gözlerimin Işıklı Kahvesinde Sabahla isimli şiirlerle kardığı nesir türü yazısı vardır. “Yüreğim yeniden çarpmaya başladı. Karartılar dolaşırken içimde, sevdalı bir yağmur büyüdü gözlerimde. Rüzgarda savrulan, kurumuş yaprakların sesi geldi bahçeden. Damlalar okşuyordu güzelliklerini. Eteğimdeki çiçekler, açtı avuçlarında. Hüzünleri yatırdım sonbahara, seni beklemeyi öğrendim yar. “ O kadar özlem doludur, o kadar içtendir ki tekrar tekrar okuma gereği duyarsınız.
Bekir Ahıskalı olmayıp şiire ısınmaya çalışan lise öğrencisi olsaydım, şiiri sevmeye çalışsaydım bu sevdirme işini en iyi Ayşegül Tezcan yapar diye okumaya Tezcan’la başlardım…
K’ayıp Z’amanlar’ a gelince (‘) larla bölünen her satırı bir (‘) lı bir de (‘) sız okumak gereği duyuyorsunuz.
”Kendi içine kapandı bu şehir
Çılgınlar gibiyim
İçimde bir ağlamak
Aynalar bin parça”
Şiirlerin bazılarında başlığı yahut ilk dörtlüğü okuduğunuzda bilinçaltınız size şunu telkin eder. “Bu şiiri bu kadar okumak yeterli geri çekil” yahut “ bu şiire devam etmelisin” diye. Tezcan’ın Kayıp Zamanları’nı okurken bilinçaltımdan bu şiire devam etmelisin telkini aldım.
Unutuldum mısra mısra…
Sayfalar arasında kurutuldum.
K’ayıp zamanlarımda
Çıplak hüzünlerimle
Uykusuz şiirlerle s’aklandım
Damağımdayken tadın
Kıskıvrak sardığın
Islak öpüşlerle paklandım
İkinci bölüme “Unutuldum” diye sitemle girilse de Kayıp diye saydığı zamanlarda şiirlere saklanışını ve hayalen öpüşlerin kendisini akladığını düşünmekte. Şiir olarak baktığımızda örgü tam gibi gözüküyor ama ben Tezcan’ın bu ters açı bakışı nasıl yakaladığını ve şiirine nasıl işlediğini merak ettim. Sanırım “sevgili” bu şiiri okuduğunda bensiz de oluyormuş fikrine kapılabilir.
Dağın dağa kavuşması kadar
İmkanlıydı kavuşmamız
Hüznüme gülümserken
Alışmadım yokluğuna
Bensiz gidişlerine
A-lı-şa-ma-dım…
Karışamadım uzaklara
Yetmedi varlığım
Yalan da olsa
İçten bir söz istedim
“Kal” gibi…
Yine Tezcan’ın bir çok şiirinde yaptığını yaptığını görüyoruz. “Dağın dağa kavuşması kadar imkanlıydı kavuşmamız” Anadolu insanının dilinde olan “Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur” ifadesinin sevda engel tanımaz ifadesiyle kardığında bu ifadeyi çıkarmış olmalı.
“Karışamadım uzaklara” bu şiirin en çok beğendiğim ifadesi… Yine ters açı, yine tam isabet. Ezberi zor ama unutulması mümkün olmayan ifadeler
Sus’tun…
İçimde büyüttüm seni
Kalbimi kıran.
“Yar” Gibi…
Her sevda gibi “istenen ama mecbur kaldım” şeklinde ifade edilen bir büyüme süreci var.
Z’amansız bir siyahtım…
S’oyundum…
Gökkuşağını giydir bana
Yahut mavi denizleri
“Şiir” ol…
Kurtar beni…
Z’amansız bir siyahtım…
S’oyundum…
Bu kısımda şair şayet bir sembol kullanmadıysa ve birine gönderme yapmadıysa “S’oyundum” şeklinde kullanmaktan kaçınıp sadece “soyundum” demeliydi… Sevgili Tezcan “Şiir ol kurtar beni” dese de sevgili şiir olmazsa yaşayamayacağının bilincinde olmalı…
Dudakların, gözlerin, ellerin
Ordasın biliyorum
G’öz yaşlarımın ardında
Duruyorsun
“Sus” gibi…
Z’amansız…
Gitmeye meyilli…
Sevgili Tezcan’da çok iyi biliyor ki, karşımızdakini sevilen, beklenilen, özlenilen yapan içimizde büyüttüğümüz, hayalini kurduğumuz, düşlediğimiz, düşündüğümüz halidir. Yoksa O hep vardı ve hep oradaydı adı sevgili değildi o adı vermek bize düşünce kıymetlendi…
Şiir ana hatlarıyla bu. Tezcan’ın şiir yolculuğunda belki bilerek belki bilmeyerek “Parnas” ın izlerini taşıdığını düşünüyorum.
Sevginin ölümlü değil ölümsüz yanını işlemesi ise Tezcan’ı sevgi de olduğu gibi şiirde de inatçı yapacaktır.
Bana göre Ayşegül Tezcan, Mallerme gibi sessizlik içinde düşünen bir kafa ve onun gibi bir öncüsünün arkasına sığınacak ve onun arkasında varolacak bir şair değildir. Bu sebeple kollarını daha çok açmalı daha çok kitleye ulaşmalı ve kendisini tanıtacak öncü şairlerini var etmelidir.
Kısaca diyorum ki “güzelliklerle doludur Ayşegül’ün yalnızlığı ve düşle estetiğin kadın zerafetinde buluştuğu ender kalemlerdendir”
Şiiri yalın, nesiri imgelerle dolu bu kalemi kutluyorum
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-5
Kayıp Zamanlar bu şiirin başlığı bana Peter Hobbs’un “A Short Day Dying” (Kayıp Zamanlar) İsimli romanını hatırlattı. Romanda konu edilen “durumu her geçen gün kötüye gitmesine rağmen inancını ruhu ve kalbiyle koruyan kör kız” vardı. Gezgin vaiz Charles Wenmoth romana başka bir hava katıyordu. Şiirin bendeki ilk çağrışımı bul oldu.
Yine de bu şiiri ve daha çok Ayşegül Tezcan’ı anlamak için önce kendi ifadesiyle kendisinin ne yaptığı veya ne yapmaya çalıştığını anlatan iki satır yazısına bakmalıyız.
“Umut kıyılarından hayal okyanuslarına kürek çeken deli bir kızın türküleri yaşadığım ve kaleme almaya çalıştığım...” bu iki satır onu anlamak için yeterli….
Ayşegül Tezcan’ı sadece şiirlerinden tanıyorum. Her şiirini satır satır okuduğumu itiraf edeyim. Zaman zaman imgelere boğduğu kendi yalnızlığı, zaman zaman bir uçurtmanın kuyruğuna bağlayıp tüm aleme gösterdiği özlemleri… Dediğim gibi Ayşegül ile hiç tanışmadık, hiç konuşmadık ve hiç yazışmadık… Bana Ayşegül Tezcan’ı soranlara veya hangi şairi okumalıyım diyen şiire sevdalanmak isteyen ger ilgiliye bizim Ayşegül Tezcan’ı oku dediğimi biliyorum. Şiirleriyle o kadar bizdendi ki….
Gözlerimin Işıklı Kahvesinde Sabahla isimli şiirlerle kardığı nesir türü yazısı vardır. “Yüreğim yeniden çarpmaya başladı. Karartılar dolaşırken içimde, sevdalı bir yağmur büyüdü gözlerimde. Rüzgarda savrulan, kurumuş yaprakların sesi geldi bahçeden. Damlalar okşuyordu güzelliklerini. Eteğimdeki çiçekler, açtı avuçlarında. Hüzünleri yatırdım sonbahara, seni beklemeyi öğrendim yar. “ O kadar özlem doludur, o kadar içtendir ki tekrar tekrar okuma gereği duyarsınız.
Bekir Ahıskalı olmayıp şiire ısınmaya çalışan lise öğrencisi olsaydım, şiiri sevmeye çalışsaydım bu sevdirme işini en iyi Ayşegül Tezcan yapar diye okumaya Tezcan’la başlardım…
K’ayıp Z’amanlar’ a gelince (‘) larla bölünen her satırı bir (‘) lı bir de (‘) sız okumak gereği duyuyorsunuz.
”Kendi içine kapandı bu şehir
Çılgınlar gibiyim
İçimde bir ağlamak
Aynalar bin parça”
Şiirlerin bazılarında başlığı yahut ilk dörtlüğü okuduğunuzda bilinçaltınız size şunu telkin eder. “Bu şiiri bu kadar okumak yeterli geri çekil” yahut “ bu şiire devam etmelisin” diye. Tezcan’ın Kayıp Zamanları’nı okurken bilinçaltımdan bu şiire devam etmelisin telkini aldım.
Unutuldum mısra mısra…
Sayfalar arasında kurutuldum.
K’ayıp zamanlarımda
Çıplak hüzünlerimle
Uykusuz şiirlerle s’aklandım
Damağımdayken tadın
Kıskıvrak sardığın
Islak öpüşlerle paklandım
İkinci bölüme “Unutuldum” diye sitemle girilse de Kayıp diye saydığı zamanlarda şiirlere saklanışını ve hayalen öpüşlerin kendisini akladığını düşünmekte. Şiir olarak baktığımızda örgü tam gibi gözüküyor ama ben Tezcan’ın bu ters açı bakışı nasıl yakaladığını ve şiirine nasıl işlediğini merak ettim. Sanırım “sevgili” bu şiiri okuduğunda bensiz de oluyormuş fikrine kapılabilir.
Dağın dağa kavuşması kadar
İmkanlıydı kavuşmamız
Hüznüme gülümserken
Alışmadım yokluğuna
Bensiz gidişlerine
A-lı-şa-ma-dım…
Karışamadım uzaklara
Yetmedi varlığım
Yalan da olsa
İçten bir söz istedim
“Kal” gibi…
Yine Tezcan’ın bir çok şiirinde yaptığını yaptığını görüyoruz. “Dağın dağa kavuşması kadar imkanlıydı kavuşmamız” Anadolu insanının dilinde olan “Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur” ifadesinin sevda engel tanımaz ifadesiyle kardığında bu ifadeyi çıkarmış olmalı.
“Karışamadım uzaklara” bu şiirin en çok beğendiğim ifadesi… Yine ters açı, yine tam isabet. Ezberi zor ama unutulması mümkün olmayan ifadeler
Sus’tun…
İçimde büyüttüm seni
Kalbimi kıran.
“Yar” Gibi…
Her sevda gibi “istenen ama mecbur kaldım” şeklinde ifade edilen bir büyüme süreci var.
Z’amansız bir siyahtım…
S’oyundum…
Gökkuşağını giydir bana
Yahut mavi denizleri
“Şiir” ol…
Kurtar beni…
Z’amansız bir siyahtım…
S’oyundum…
Bu kısımda şair şayet bir sembol kullanmadıysa ve birine gönderme yapmadıysa “S’oyundum” şeklinde kullanmaktan kaçınıp sadece “soyundum” demeliydi… Sevgili Tezcan “Şiir ol kurtar beni” dese de sevgili şiir olmazsa yaşayamayacağının bilincinde olmalı…
Dudakların, gözlerin, ellerin
Ordasın biliyorum
G’öz yaşlarımın ardında
Duruyorsun
“Sus” gibi…
Z’amansız…
Gitmeye meyilli…
Sevgili Tezcan’da çok iyi biliyor ki, karşımızdakini sevilen, beklenilen, özlenilen yapan içimizde büyüttüğümüz, hayalini kurduğumuz, düşlediğimiz, düşündüğümüz halidir. Yoksa O hep vardı ve hep oradaydı adı sevgili değildi o adı vermek bize düşünce kıymetlendi…
Şiir ana hatlarıyla bu. Tezcan’ın şiir yolculuğunda belki bilerek belki bilmeyerek “Parnas” ın izlerini taşıdığını düşünüyorum.
Sevginin ölümlü değil ölümsüz yanını işlemesi ise Tezcan’ı sevgi de olduğu gibi şiirde de inatçı yapacaktır.
Bana göre Ayşegül Tezcan, Mallerme gibi sessizlik içinde düşünen bir kafa ve onun gibi bir öncüsünün arkasına sığınacak ve onun arkasında varolacak bir şair değildir. Bu sebeple kollarını daha çok açmalı daha çok kitleye ulaşmalı ve kendisini tanıtacak öncü şairlerini var etmelidir.
Kısaca diyorum ki “güzelliklerle doludur Ayşegül’ün yalnızlığı ve düşle estetiğin kadın zerafetinde buluştuğu ender kalemlerdendir”
Şiiri yalın, nesiri imgelerle dolu bu kalemi kutluyorum
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-5
Süleyman Karacabey’in Derdim misin yoksa dermanım mı isimli şiiri üzerine
Süleyman Karacabey’in Derdim misin yoksa dermanım mı isimli şiiri üzerine
“Kim bilir, belki de bir gün hatırlaya hatırlaya kendimizi yaratacağız, arzu hayatın biricik sırrıdır” diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar “Yaşadığım”Gibi” sinde…
Süleyman Karacabey’in ilk şiirini okuduğum günü hatırlıyorum. Şiirin kime ait olduğuna bakmaksızın okuma gayretindeydim. Bir şiiri okumadan evvel şairinin kim olduğuna bakarsanız (ihtimal ki) önyargılarınız şiirin büyüsüne gölge düşürebilirler. Şiiri bitirdiğimde Osmanlı beylerini anımsatan bir soyisim okumuş ve bu Karacabeyin’in bir hikayesi olmalı demiştim. Zaman içerisinde tanıdıkça anladım ki Süleyman Karacabey’in yüreği eritilmiş altın gibi değerinden bir şey kaybetmeden her kalıba girmeye hazır… Yayınladığı her şiiri okumuşumdur. Kendisi dolu bulut küsmesi gibi her ağ anlamaya hazır bir yürekle rüzgarın kollarında seyahat ediyor. Buraya kadar her şey normal gözüküyor ama gözümden kaçmayan bir nokta daha var o da Karacabey’in yağış şekline karar veren etken hava katmanının ısı derecesi…
Şiire gelince… daha girişte rastladığım ve muhakkak değiştirilmeli diye düşündüğüm şey ve daima söylediğim gibi şiire fazladan değe katmayan her şey şiirde değer kaybına neden olur. Şiirin başlığında yer alan
Derdim misin yoksa dermanım mısın kısmı kesinlikle
Derdim misin yoksa dermanım mı? Şeklinde olmalıydı. İstediği gibi yazmak şairin kendi tasarrufuna kalmış ise de fazlalık vurgunun şiddetini azaltmış gibi...
Bahara giden ömrüm
Hazana döndü
Yaşamadım hiç beyazı
Hep karalara büründü
Hep karanlıklar mı benim olmalıydı
Bir yarısı hazan
Bir yarısı hüzün
Gülmedi yüzüm neyleyim
Bu kısımda yer alan beyazdaki tekillik siyalara şeklinde değil siyaha şeklinde olabilirdi.
Yar bana baharmısın
Yoksa hazanmısın
Söyle bana
Daha yaşar iken mezarımı kazanmısın
Şiirin başlı başına vurgu bölümü olan üstteki kısım ise
Yar bana bahar mısın
Yoksa hazan mı
Söyle bana
Yaşar iken mezarımı kazan mı? Şeklinde de yazılabilirdi
Sevdiğim
Güneşi hep sana verdim
Aldım kendime ayazı
Çektim çileyi ilmek ilmek
Nasibimmiş hep hüzün dermek
Avuçlarıma topladığım
Bir yarısı sevda sancısı
Bir yarısı yürek sızısı
Gülmedi yüzüm… neyleyim
Şiirin bu kısmında -neyleyim- ifadeleri çaresizliğin tam anlatımı… (ben kısmı çıkarılabilir)
Yar gurbetim misin
Yoksa vuslatım mı
Söyle bana
Derdim misin yoksa dermanım mı
Çileye ram oldum
Hücrelerde geçti duygularım
Hasret doldurdum bardağımı da
İçtim doyasıya yudum yudum
Ne susuzluğum gitti
Ne yangınım söndü
Acıyı sen diye şifa bildim… neyleyim
Bu kısımda hasretten memnuniyet seziyor gibiyim. Her şair gibi kavuşursam biteriz der gibi…
Yar güle benzer misin
Yoksa diken mi
Karacabey burada ikilemi bir üçlü örgü haline getirmiş
Yar gül müsün
yoksa diken mi?
Söyle bana
Sevdama şifa mısın yoksa kanayan yara mı?
..şeklinde örecek olsaydı yukarıda yapmış olduğu sorgulamaları geçerli kılacaktı. Burada yapılmak istenen sevgiliye direkt soru yöneltmekse sorularda yönlendirme olmayacaktı. Oysa şair” Yar güle benzer misin? derken sevgiliyi sorgulamak kadar olmasını istediği profili veriyor gibi…
Ömrümce gezdim durdum
Sevda sarayında aşkı aradım
Aynaya bakındım
Yıllarıma üzüldüm
Gönül çirkin sever mi
Güzelin peşinde yoruldum… neyleyim
Karacabey okumaktan zevk aldığım, yeni imgeler okuyup, sıfatların yerlerinde kullanılışından memnuniyet duyduğum bir şair arkadaşım.
Bu şiirinin ham olduğu düşüncesindeyim. Başta zikrettiğim gibi değerinden bir şey kaybetmeden sevgilini yüreğindeki şekle bürünebilecek erimiş altın kütlesi gibi. Evet şiirin içinden bir hasret nehri akıyor. Sel halinde akan nehirler gibi önüne kattığı her şeyi okyanusa (şiir aynı zamanda şairin dudaklarından sevgilinin kulaklarına akan bir nehirdir) taşıyor. Sur eklerine dikkat edilmeliydi.
Karacabey’in şiirleri okumaya vakti harcamaya değecek şiirler okuyana bir şeyler kattıklarını düşünüyorum…
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-4
“Kim bilir, belki de bir gün hatırlaya hatırlaya kendimizi yaratacağız, arzu hayatın biricik sırrıdır” diyordu Ahmet Hamdi Tanpınar “Yaşadığım”Gibi” sinde…
Süleyman Karacabey’in ilk şiirini okuduğum günü hatırlıyorum. Şiirin kime ait olduğuna bakmaksızın okuma gayretindeydim. Bir şiiri okumadan evvel şairinin kim olduğuna bakarsanız (ihtimal ki) önyargılarınız şiirin büyüsüne gölge düşürebilirler. Şiiri bitirdiğimde Osmanlı beylerini anımsatan bir soyisim okumuş ve bu Karacabeyin’in bir hikayesi olmalı demiştim. Zaman içerisinde tanıdıkça anladım ki Süleyman Karacabey’in yüreği eritilmiş altın gibi değerinden bir şey kaybetmeden her kalıba girmeye hazır… Yayınladığı her şiiri okumuşumdur. Kendisi dolu bulut küsmesi gibi her ağ anlamaya hazır bir yürekle rüzgarın kollarında seyahat ediyor. Buraya kadar her şey normal gözüküyor ama gözümden kaçmayan bir nokta daha var o da Karacabey’in yağış şekline karar veren etken hava katmanının ısı derecesi…
Şiire gelince… daha girişte rastladığım ve muhakkak değiştirilmeli diye düşündüğüm şey ve daima söylediğim gibi şiire fazladan değe katmayan her şey şiirde değer kaybına neden olur. Şiirin başlığında yer alan
Derdim misin yoksa dermanım mısın kısmı kesinlikle
Derdim misin yoksa dermanım mı? Şeklinde olmalıydı. İstediği gibi yazmak şairin kendi tasarrufuna kalmış ise de fazlalık vurgunun şiddetini azaltmış gibi...
Bahara giden ömrüm
Hazana döndü
Yaşamadım hiç beyazı
Hep karalara büründü
Hep karanlıklar mı benim olmalıydı
Bir yarısı hazan
Bir yarısı hüzün
Gülmedi yüzüm neyleyim
Bu kısımda yer alan beyazdaki tekillik siyalara şeklinde değil siyaha şeklinde olabilirdi.
Yar bana baharmısın
Yoksa hazanmısın
Söyle bana
Daha yaşar iken mezarımı kazanmısın
Şiirin başlı başına vurgu bölümü olan üstteki kısım ise
Yar bana bahar mısın
Yoksa hazan mı
Söyle bana
Yaşar iken mezarımı kazan mı? Şeklinde de yazılabilirdi
Sevdiğim
Güneşi hep sana verdim
Aldım kendime ayazı
Çektim çileyi ilmek ilmek
Nasibimmiş hep hüzün dermek
Avuçlarıma topladığım
Bir yarısı sevda sancısı
Bir yarısı yürek sızısı
Gülmedi yüzüm… neyleyim
Şiirin bu kısmında -neyleyim- ifadeleri çaresizliğin tam anlatımı… (ben kısmı çıkarılabilir)
Yar gurbetim misin
Yoksa vuslatım mı
Söyle bana
Derdim misin yoksa dermanım mı
Çileye ram oldum
Hücrelerde geçti duygularım
Hasret doldurdum bardağımı da
İçtim doyasıya yudum yudum
Ne susuzluğum gitti
Ne yangınım söndü
Acıyı sen diye şifa bildim… neyleyim
Bu kısımda hasretten memnuniyet seziyor gibiyim. Her şair gibi kavuşursam biteriz der gibi…
Yar güle benzer misin
Yoksa diken mi
Karacabey burada ikilemi bir üçlü örgü haline getirmiş
Yar gül müsün
yoksa diken mi?
Söyle bana
Sevdama şifa mısın yoksa kanayan yara mı?
..şeklinde örecek olsaydı yukarıda yapmış olduğu sorgulamaları geçerli kılacaktı. Burada yapılmak istenen sevgiliye direkt soru yöneltmekse sorularda yönlendirme olmayacaktı. Oysa şair” Yar güle benzer misin? derken sevgiliyi sorgulamak kadar olmasını istediği profili veriyor gibi…
Ömrümce gezdim durdum
Sevda sarayında aşkı aradım
Aynaya bakındım
Yıllarıma üzüldüm
Gönül çirkin sever mi
Güzelin peşinde yoruldum… neyleyim
Karacabey okumaktan zevk aldığım, yeni imgeler okuyup, sıfatların yerlerinde kullanılışından memnuniyet duyduğum bir şair arkadaşım.
Bu şiirinin ham olduğu düşüncesindeyim. Başta zikrettiğim gibi değerinden bir şey kaybetmeden sevgilini yüreğindeki şekle bürünebilecek erimiş altın kütlesi gibi. Evet şiirin içinden bir hasret nehri akıyor. Sel halinde akan nehirler gibi önüne kattığı her şeyi okyanusa (şiir aynı zamanda şairin dudaklarından sevgilinin kulaklarına akan bir nehirdir) taşıyor. Sur eklerine dikkat edilmeliydi.
Karacabey’in şiirleri okumaya vakti harcamaya değecek şiirler okuyana bir şeyler kattıklarını düşünüyorum…
Bekir Kale Ahıskalı
Şiir Tahlilleri-4
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)